Küreselleşmeye 20 yıl öncesinden bakmak.
Fazıl Duygun- Yeni Nizam dergisi, 3. Sayı, Ağustos 2001
Bugün adeta beynimize kazınmak
istenen ve olmazsa olmaz bir dayatmayla karşı karşıya kaldığımız
bir kavramla yaşıyoruz: " Küreselleşme"
Bu kavram, ne mânâya
geldiği ve insanlık tarihinde neler getirip neler götüreceği hiç
hesaba katılmadan ulu orta konuşulmaktadır. Küreselleşmenin ne
mânâya geldiğini anlayabilmek için, 18.asır, 19.asır
ve 20 asrın ilk yarısındaki siyasî, iktisadî, ilmî
ve sanat yönleriyle bilinmesi lâzımdır. Siyasî açıdan, en azından
aynı inanca ve dile sahip milletleri ve toplumları içinde bir bütün halinde
yaşadığı geçmişin o büyük imparatorluklarının, Batı düşüncesindeki
büyük değişimler sonucu oluşan ferdiyetçilik ve milliyetçilik akımlarının
tesiriyle parçalanıp tarihten silinmeleri sonucu, oluşan boşluk,
milli devletler tarafından doldurulmuştur.
Batı’nın kendi içerisindeki
çatışmaların tabii bir sonucu olan bu ulus (ama milli değil) devletler, Batılı
olmayan milletlere, Batı kültür ve anlayışıyla yetişmiş kadroların çoğu zaman
zulüm ve baskı ile kabul ettirdikleri bir vakıadır. Özellikle Ümmet
şuuruyla yetişmiş ve millet olma anlayışını ümmet olmanın bir vasıtası olarak
gören İslâm toplumlarında bu ulus devletler (milli değil) devletler
büyük bir yıkıma sebeb olmuştur. Aynı dine inanan, hattâ aynı dili konuşan İslâm
toplumları adeta cetvelle çizilen ve ilerde bu kardeş toplumları
birbirine düşman eden sınırlarla bölünmüşlerdir. İslâm toplumları
üzerindeki Batı tipi bu oluşumlar, Batı’da eğitim görmüş siyasî kadroların,
yine Batı’nın desteğini almaları sonucu zorla meydana getirdikleri
oluşumlardır. Yaklaşık bir buçuk asırdır, elense yaparak vatanlarını Batı’ya
pazarlayan bu ihtiyarlamış kadrolar "bu iş hep böyle gider"
düşüncesindeyken, Batı’nın kendi içerisinde meydana gelen yeni oluşumları
görememişler ve neticede adeta bir totem gibi sarıldıkları,ulus devletçikleri
ve iktidarcıkları sallanmaya başlamıştır. Aslında bu kadrolar hiçbir zaman
kendi orjinalliklerini gösterecek bir düşünceye sahib olamamışlar, işin
kolaycılık tarafından işi hep taklitle götürmüşlerdir.
İster Arab ülkelerindeki Nasyonal
sosyalist kadrolar olsun- kendilerini tarif ederken bile Batı’nın
diliyle tarif ediyorlar- ister Türkiye’deki gibi milliyetçilik
taslayan kadrolar olsun.... Hepsi de, programlanmış ve aynı tornadan
çıkmış ihraç mallarıdır. Bunların ulusalcılıkları,
Batı hesabına ve kendi halklarına karşı horozlanmak olmuştur.
İdealsiz veya pozitivizmi ideal haline getirmiş bu kadroların nesilleri ise
bugün adına küreselleşme denilen, hayvandan aşağı bir
sürüleşmenin temsilcileridir. Kaderin garib cilvesine
bakınız ki, Batıcı ulusalcı kadroların kurdukları ulus devletçikler, yine
onların çocukları tarafından ve yine Batı hesabına tasfiye edilmek üzeredir....
Yani arkaik Batıcılığa bağlı kadrolarla, i.neliği hayat tarzı haline
getirmiş üçüncü cins(!) olmak için yanıp tutuşan sefih torunlarından müteşekkil
kadrolar kıyasıya bir savaş içerisindedirler. Kimler yoktur ki bu
kadrolar içerisinde. İslamcı millici geçinen ve dün putçu dedikleriyle bugün
kolkola yürüyenleri mi ararsınız yada bunlardan ayrılıp "yok abi, Amerika
olmadan bu iş olmaz biz ona- liberalizme, demokrasiye- iman ettik, gerektiğinde
bir ensestle- aile içi sapık- bile kardeş kardeş yaşamalıyız" diyen postmodern
İslamcısını mı(!)? Kemalizmin korunmasını vatanın korunması sayan ve güya vatan
topraklarını, liberalizm tarafından açık bir lgbt+pedolfili işgaline
maruz bırakarak, toplumu bu rezaleti benimsetmeye çalışmanın, vatan
topraklarını satmak kadar beter bir ihanet olacağını bir türlü
anlamak istemeyen zihniyete mi? Hoş bunlar sonunda en çok korktukları şeyi de
becerdiler.. Batıcı Laik ulusalcılık yolunda gidenlerin çocukları,
şimdi küreselleşme zorbalığı karşısında teslim bayrağını
çekmiş ve onun kanatları altında dönüşerek, bu vatana, bu millete ve
değerlerine karşı asimetrik bir saldırı düzenlemektedir.
KÜRESELLEŞME: GÜVENECEĞİN TEK ŞEY
GÜVENSİZLİK OLSUN
Bugünlerde, gazetelerde ve
televizyonlarda en sık duyduğunuz kelime herhalde güven ve güvensizlik kelimesidir.
Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan’a, sanayicisinden, Merkez Bankası Başkanı’na
kadar, hattâ uluslararası bir sıkıntıyı anlatan kelimedir "güven"
kelimesi. Ve denir ki, bugün Arjantin’den, Türkiye’ye, Endonezya’ya Ve
Japonya’ya kadar küresel olarak yaşanan krizin sebebi bir güvensizlik
sorunundan kaynaklanmaktadır ve küresel dengenin sağlanması
için "güven" unsurunun sağlanması şart olarak görülür...
Oysa ki Küreselleşmenin mayasıdır "güvensizlik", yani
kısaca, Küreselleşme "güvensizliğe" üzerine bina edilmiş bir güven(!)
unsuruna dayanmaktadır. Yoksa nasıl olur, Kürselleşmenin fikir mimarlarından
Thomas Friedman’ın, elektronik sürü diye isimlendirdiği sürüleşmiş,
şahsiyetsizleşmiş ve paraya tapan iki ayaklı piranhaların, oradan oraya jet
hızıyla para aktarıp, milyarlarca insanın geleceğini karartması. Bakın Nasıl
anlatıyor bu "Elektronik Sürüyü" Friedman: "Telefonun öbür
ucunda hiç kimse yok. Kabullenmesi zor, biliyorum. Tanrının olmadığını söylemek
gibi bir şey. Hepimiz, ipleri elinde tutan, sorumlu birinin varolduğuna inanmak
isteriz. Ama günümüzün küresel piyasası birbirlerine ekranlarla ve iletişim
ağlarıyla bağlı, Çoğu zaman adlarını bile bilmediğimiz, hisse senedi, tahvil ve
döviz takasçılarından ve çok uluslu yatırımcılardan oluşan bir elektronik
sürü... Sürü de yanılabilir. O da hatalar yapar. Gereğinden çok tepki gösterir,
niyet ettiğinden daha ileri gider. Ama eğer temellerin sağlamsa sürü bunu
eninde sonunda anlar ve geri döner. Sürü çok uzun süre aptallık etmez. Sonunda
her zaman, iyi yönetime ve iyi ekonomik politikalara cevap verir... Bugünün
dünyasında hiçbir ülke elektronik sürüye bağlanmadan ilerleyemez ve bu sürünün
kaçınılmaz taşkınlıkları karşısında korkuya kapılamadan yada şoka uğramadan
ondan en büyük faydayı sağlamayı öğrenmeyen hiçbir ülke ayakta kalamaz.
Elektronik sürü evimizin içine kadar giren bir yüksek gerilim hattı gibidir.
Sürü iki temel gruba ayrılır.
Birinci gruba ben " kısa boynuzlu
sığırlar" diyorum. Bu grupta dünyanın her yerinde hisse senedi, tahvil ve
döviz alım-satımıyla uğraşan ve paralarını çok kısa dönemli olarak oradan oraya
taşıyabilen- ve genellikle taşıyan- herkes yer alır. Kısa boylu sığırlar döviz
takasçıları, belli başlı yatırım ve emeklilik fonları, güvence fonları, sigorta
şirketleri, bankaların menkul kıymet alım-satım departmanları ve bireysel
yatırımcılardır...
İkinci gruba " Uzun boynuzlu
sığırlar" diyorum. Bunlar dış ülkelere doğrudan yatırımlarını her gün
biraz daha artıran, dünyanın her köşesinde fabrikalar kuran ve yine dünyanın
her köşesinde kendi ürünlerini üretecek yada monte edecek fabrikalarla uzun
dönemli üretim anlaşmaları yada ittifaklar yapan çok uluslulardır. Bunlara Uzun
Boynuzlu Sığırlar dememin nedeni bir ülkeye yatırım yaptıklarında daha uzun
vadeli bağlantılara girmek zorunda olmalarıdır. Ama bu gün onlar bile, tıpkı
bir sürü gibi, inanılmaz bir hızla koşuyorlar... ( Küreselleşmenin Geleceği,
Thomas Friedman, s,134-136, Boyner Holding Yayınları Ocak 2000)
Bugünün küreselleştirilen dünyasında,
iktisadî faaliyetler büyük bir oranda fiktifleştirildiği için, sizin
neyi üretip, neyi sattığınız bu sürüyü asla ilgilendirmez. Sürü için elzem olan
tek şey, birilerinin sizin hakkınızda( Meselâ Standart&Poor) iyidir demesi,
sizi yarım saate zengin ettiği gibi, başka birisinin (Moody’s), hayır gözünün
üstünde kaşı var demesi, sizin yerlerde sürünmenize sebeb olabilir.
Küreselleşme bir "Amerikanlaş"ma
projesidir der ısrarla, Friedman, her ne kadar Jack Kahmi hayır öyle değildir
dese de. Clinton, Valilerin valisi, diğerleri, vali ve kaymakam... Ve ilave
eder Friedman: " Para bende, teknoloji bende, işletme sistemleri bende,
sen zaten benim sana kakaladığım eskimiş işletme sistemini kullanıyordun. Şimdi
kalkmış benim sana kakaladığım yarım yamalak silahla mı bana karşı çıkacaksın,
gülerim haline. Benim dilimi kullanacaksan/sın- zaten
başka çıkar yolun yok ey ulus devletçik der- ben
ne diyorsam o olacak der. Mızmızlık mı ediyorsun, sopalar hazırdır,
IMF’si, S&P’si, Moody’siyle. Çağın iki silahı vardır,
para ve teknoloji... Savaşmadan hattâ tek kurşun atmadan onlarca milyonluk koca
koca ülkeler teslim alınır.- 1995 krizinden sonra Meksika’nın bütün petrol
gelirleri New York’a akıtıldıktan ve gelir gider
defterleri tasdik edildikten sonra, Mexico City’e bir
faksla öylesine bildirilir durumunuz bu diye-, sınırlarda
değişiklikler başlar, fabrikalar teker teker kapanır yada efendinin eline geçer
üç kuruş parayla.
KÜRESELLEŞMENİN SİYASİ ANALİZİ
3, 4, 5. Bugün Türkiye’de olup bitenler,
ekseri "kriz" kavramıyla ifade edilene uygun düşmüyor. Bu nedenle nüanse
edilmeye ihtiyacı var. Sözkonusu olan kapitalist ekonominin "tipik",
"bildik" bir krizi değildir. Türkiye ikiyüz yılı aşkın bir zamandan
beri dünya kapitalizminin dinamik merkezlerine (sömürgeci emperyalist) uyum
sağlamaya çalışıyor. Her seferinde sömürgeciliğin ve sömürgeleşmenin ‘yeni’ bir
biçimi sözkonusu oluyor. Aslında bu süreç, dünyanın başka yerlerinde olandan
bazı farklı özellikler de taşıyordu. Türkiye hiçbir zaman doğrudan sömürge
olmadı. Osmanlı’nın son döneminde son 100-150 yıl yarı sömürgeydi. Cumhuriyet
döneminde yeni sömürge statüsü kazandı. Fakat, her iki dönemde de söz konusu
olan, tam bir oto kolonizasyondu (kendi kendini sömürgeleştirme). Dışardaki
kapitalist gelişmenin her yeni aşamasına uyum sağlamak üzere
yapılanlar (kavramlar, söylemler, kurumlar ve kurallar v.b) sömürgeleşme
dememek içinde, velhasıl onu ikame eden şeylerdi. Yenilikçilikten Derviş’in
"güçlü ekonomiye geçiş programına" kadar yapılan her düzenlemenin,
uygulanan her politikanın, oluşturulan kurumların, hakim söylemin, (retorik
densin) ortak paydasında olan şey hep aynıydı.
Önce yenilikçi dendi. (Nizam-ı Cedid), onu
asrileşme izledi, sonra muasırlaşma retoriği gündeme geldi. (Cumhuriyet
döneminde çağdaşlaşma, modernleşme, kalkınma, "istikrar proğramı"
(1980 sonrasında), "yapısal uyum", şimdilerde güçlü ekonomiye geçiş
safsatası. Bütün bunlar Batılılaşmanın veya aynı anlama gelmek üzere,
sömürgeleşmenin başka kavram ve araçlarla sürdürülmesiydi. Başka kavramlarla
ifade etmek istersek ‘yenilgi tuzağıydı’.
Velhasıl Türkiye bu yenilgi tuzağından
hiçbir zaman kurtulamadı. Kapitalist dünya sistemi içinde kaldığı sürece
kurtulması zaten mümkün değildir.
Son dönemde peş peşe yaşanan krizler de
kapitalizmin dinamik merkezleri tarafından dayatılan uyum sağlama sancılarıdır.
Dolayısıyla, kriz kavramı ile açıklanabilir değildir. Bugünkü tablonun yakın
geçmişinin başlangıcı da 1980, 24 Ocak Kararları-12 Eylül’le girilen yoldur ki,
bu yeniden kompradorlaşmanın başlangıcıydı.
"Ulus-Devlet" Aşındı
Söz konusu olan tam bir yeniden kompradorlaşmadır.
Bunu "Ulus-Devletin aşınması" olarak da tanımlayabilirsiniz.
Ulus-devletin aşınması demek, Ulus-devlete ait ne varsa, bürokratik kurumlar,
siyasi partiler, sendikalar, ulus-devleti oluşturan tüm kurum, yapı, mekanizma
ve söylemin işlevsizleşmesidir. Bunun anlamı, artık Türkiye’deki devletin
eskiden olduğu kadar bile bir şeyler yapma yeteneğini kaybetmesidir. Artık
belirleyici unsurlar veya odaklar dışardadır. Yapılan yasal değişiklikler,
meclis iç tüzüğü ve Anayasa’daki değişiklik ve bunun gibi. Bu amaca hizmet
amacı taşıyor. Artık devletin kendi politika araçlarıyla ekonomiyi yönetmesi,
ekonomik politikalar uygulayabilmesinin koşulları ortadan kalkıyor. Emperyalist
odakların istediği, onların çıkarını gerçekleştirecek yeni bir söylem (demokratikleşme)
ve kurumsal yeniden yapılanma söz konusudur.
Yapılmak istenen şudur: Artık devlet
retorik planda bile toplumsal sorunlarla ilgilenmeyecektir. Sadece çok uluslu
deve şirketlerin (yerli taşeronlarının, veya "yetkili satıcıları"
densin) önünü açacak, sömürü ve yağmaya uygun bir kurumsal yapı ve işleyişe
sahip olacaktır. Dolayısıyla, bundan sonra devlet söylem düzeyinde bile kimi
temel toplumsal sorunlarla (işsizlik, açlık, eğitim, sağlık altyapısı ve
koruması, sosyal güvenlik, v.b) ilgilenmeyecektir. Bu "ekonominin
gereğine" aykırı olduğu, onunla çeliştiği için öyle olması isteniyor.
Bilim ve bilim adamaları da bu amaçla devreye giriyor. Şimdilerde bilim denilen
artık bilime bütünüyle yabancılaşmış, etik kaygıların uzağına savrulmuş, sadece
kar etmenin ve güç odaklarının hizmetindedir. Oysa, etik kaygılara
yabancılaşmış bir bilim mümkün değildir. Peki "ekonominin gereğinden"
murad edilen nedir? Sermayenin sınırsız sömürü ve yağmasının hiçbir kısıtlamaya
ve müdahaleye maruz kalmaması.
Elbette burada nüanse edilmesi gereken bir
husus var: Türkiye’de olup bitenler bu ülkeye dışardan silah zoruyla
dayatılmıyor. Etkin yerli unsurların çıkarıyla emperyalizmin (dışarının) çıkarı
örtüştüğü için bu yeniden kompradorlaşma programı yol alabiliyor. Bu
etkin unsurlar toplumun bilincini de manipüle edebildikleri için, bu "dar
kesimin çıkarı" sanki herkesin çıkarı, ‘ulusal çıkar’ olarak
sunulabiliyor. (Fikret Başkaya, Umran Dergisi, Haziran 2001, sayfa, 62-63)
• "Bugün Kapitalizmin nihayet milli
bağları kırdığı, milli sınırları aşıp, köksüz ve kimliksiz hale getirdiği
söylenmektedir."(1- Noelle Burgi- Philip S. Gloup, Türkiye Günlüğü Kış
Gündemi sayfa 44, 2001)
• ‘ Yeni kuralların temelleri
ABD tarafından atılmaktadır; hakim ekonomi kuralları ( kâr, hisse senedi
değerleri), değerlendirme kriterleri ( ülke, şirket notları) ve mevzuat (
uluslar arası ticari tahkim) gibi. Örneğin piyasanın size bakışı iki ABD rating
şirketinin notları ile biçimlenir; Moody’s ve Standart & Poor; hem yargıç
hem taraf olarak bunlar ABD’nin kurallarını diğerleri üzerine koymaktadır. (2-
Age, sayfa 46 )
Yorumlar
Yorum Gönder