Batı’da Devlet ve Anayasa Fikrinin Seyri

 

 

FAZIL DUYGUN – Akademya dergisi, 1. Sayı, Ocak 1996

 

''Aklî"yasalar doğru oldukları için değil, yasa oldukları için yürürlüktedir.

(Montaigne).



 

Anayasa; günümüz dünyasında, siyasî ve hukukî mânâları olan bir kelime, bir kavram... Halk dilindeki mânâsı ise; "Halkın nasıl idare edileceğini ve cezalandırılacağını belirten yasalar kitabı".

 

Anayasa kavramı siyasî ve hukukî  mânâda  ilk önce 1789 Fransız İhtilali ile Literatüre yerleşmeye başlamıştır. Gerekçesi de basit:  Yönetenler  halkı keyfi olarak değil, hata ettikleri anda veya yanlış yaptıkları zaman hesap verecekleri kurallarla  yönetsinler.

 

Anayasa hukukî Literatürde şöyle ifade edilir: "Anayasa dendiğinde, her şeyden önce, bir devletin kuruluşunu, örgütlenişini, iktidarın el değiştirmesini ve bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen kurallar bütünü anlaşılıyor. Bugün kullandığımız anlamda devlet iktidarının sınırlanmasının hukukî belgesi, ya da devlet tüzel kişiliğinin statüsü olması açısından anayasa, yazılı bir belge olarak 18. yüzyılda önce 1787'de ABD'de , sonra da Kıt'a Avrupasında ilk kez Fransa'da  1791 yılında ortaya çıkıyor."(l)

 

YASALAR VE YUNAN DÜŞÜNCESİ

 

Devletin yapısını ve idarecilerin iktidarını "yasalara" göre düzenleme ve sınırlama ihtiyacı aslında ta Yunan Düşüncesinden beri aydınların kafasını meşgul etmiştir.

 

Yunan Düşüncesinin oluştuğu devir; İdealist düşünceler ile Materyalist düşüncelerin birbirleri ile yasıya çatıştıkları bir devirdir. İdealizm; yani akıl ötesi-metafizik gerçekçilik  yahut hayatın ve düşüncenin  kaynağını maddenin  ve aklın ötesinde,  mânâ âleminde aramak kavgası veren iki ünlü filozof vardır... Sokrat ve Eflatun Biri hoca, diğeri de onun talebesi olan bu iki filozof, hayatın kaynağını, gayesini  ve olması gereken ilkelerini her maddenin ve aklın ötesinde aramışlardır... Metafizik -fizik ötesi- bir anlayışla kaleme aldığı "Devlet" adlı eserinde Eflatun; olması gereken ''Toplum ve Devlet" modelinin yapısının, kağıt üzerinde yazılı olan ve insan aklının ürünü olan yasalara göre değil, İdeler aleminin in sanlara   vermiş    olduğu   "fazilet   ve   adalet" şuuruna göre inşâ edilebileceğini anlatıyor. Eflatun'a göre "Devlet" toplumsal sözleşme ile kurulmuş bir kurum değil, aksine toplumsal bir organizmadır. İnsan ve toplum olmanın şartı olarak "bütüncül" bir  varlıktır.

 

İdealizmin karşısında bulunan Materyalizmin bayraktarlığını ise sofistler, Aristo,  Heredot, Herakli tos vb. gibi filozoflar yapmıştır. Bunlar "Kainatın" kaynağının madde olduğunu, dolayısıyla toplumu yöneten yasaların, insan aklının "fizikî" kanunlardan çıkardığı yasalara göre olması gerektiği düşüncesini savunurlar. Meselâ, tarihçi Heredot "bizim yasalardan başka efendimiz yoktur" derken; Yunan sitelerindeki tiranlıkların hakimiyetlerinin "aklî-akılcı" yasalarla sınırlandırılmasını ifade  etmiştir.  Heredot'a  göre  anarşi ve despotik idare ancak üstün bir hakem durumunda bulunan ; genel, soyut ve sürekli kurallarla , yani aklî yasalarla  önlenebilir.

 

Yunan Düşüncesinde gerek sofistler, gerek Aristo, devletin bir "Toplumsal Sözleşme" sonucu kurulduğunu ve dolayısıyla idarenin de yasalara göre olacağını varsaymışlar .

Mesela  sofistler,  insanların  tabiat  karşısında  zayıf bir durumda olduklarından dolayı; hayatlarını deva m ettirebilmek  için  bir  araya  gelerek,  aralarında   bölümüne  dayalı  bir  toplumsal  sözleşme  yapıp  toplumu  oluşturdukları  iddiasındadırlar. Aynı anlayış aşağıdaki ifadelerde belirtildiği gibi günümüze kadar filozofları  etkileyecektir.

 

- "XVII. ve XVIII. yüzyılın düşünürlerinin önemli bir kısmı da devletin kökeni konusunda aynı şeyi söyleyecek. Bunların arasında bazıları bu sözleşmeyi demokrasinin temeli sayacak. Daha az sayıda düşünür ise monarşiyi bu temele  dayandırmak için çaba harcayacaktır.

 

Sofistlere  göre  insanlar  çıkarlarına  uygun  şen bir  sözleşmeyle, birlikte  yaşama  yükümlülüğü  altına giriyor.  Bütün  insanların  doğa  karşısında  aynı  derecede  güçsüz  olduğu  varsayımından  bakan  sofistler zleşmeyi yapanların, başka  bir  deyişle  devleti  kuranların  it  haklara  sahip  oldukları    sonucuna  varıyorlar. Böyle olunca toplum  hayatının  nimetlerinden hepsinin  aynı  ölçüde  yararlanması  gerek.  İnsanların arasındaki   tek   ayrılık, topluluğu sürdürmek için hebirinin  ay bir  iş görmesi, her  birinin  ay bir revi yerine  getirmesidir."( 2)

 

Sofistlerin bir kısmı da devletin oluşmasında toplumsal  sözleşmeyi   kabul   etmiyorlar. Bu  gruptakilere göre "Devlet: Güçlülerin zayıflar üzerindeki uygulama ve hakimiyetlerinden meydana gelmiştir." Yani güçlüler zayıflara kendi iktidarlarını ve kurallarını zorla kabul ettirerek devleti  oluşturmuşlardır.

 

I. grup sofistlerin toplumun ve devletin oluşumunda "pragmatik-faydacı" anlayışı benimsemiş olmalarının getirdiği eksiklik ve iktidarın ne olduğu ve nasıl kullanılacağını açıklayamadan halkı iktidara ortak etmekle işin içinden  sıyrılmak  düşüncesi  teorilerini çürük bırakmaktadır . Sofistlerdeki bu anlayış aynen J. Jack Rousseau'da tekrar dirilecektir.

 

Biz, devletin ve toplumun herhangi bir "toplumsal sözleşme" veya kuvvet kullanma sonucu oluşmadığını ve bu teorilerin eksik yönlerini ileride açıklayacağız.

 

Yasalara tapan ama bütün insanlara ve topluma "adil" olarak uygulanacak yasaların ne olması gerektiğini bulamayan ve kuru akıl esintisiyle saf adaletin getirilebileceğine inanan ünlü Yunanlı materyalist filozof Aristo... Aristo tipik bir kurallar ve yasalar aşığıdır. Ona göre toplum ve devlet; daha önceden var olan veya toplumsal akılla yapılacak yasalara göre idare edilmelidir. Saf akıldan çıkan bu yasalar öyle kuvvetli olmalı ki, en bilge idareci bile bu yasalardan vazgeçememeli.

 

Aristo bir idarenin iyi yahut kötü olmasının ölçüsünü "Kamu çıkarı-Genel çıkar"a göre tespit ediyor. Eğer genel çıkar -kamu çıkarı- kısaca halk, toplum memnunsa o idare iyi, eğer memnun  değilse kötüdür.

 

Aristo "Kamu çıkarı-Genel çıkar" kavramıyla toplumu insan sürüsünden oluşmuş bir varlık olarak düşünmüştür .

 

Aristo'nun "Kamu çıkarı-Genel çıkar" kavramıyla idare edilen bütün insanların ferdî çıkarları mı, yoksa ortak çıkarları mı ifade ediliyor sorusu bir yana; eğer ortak çıkar ifade ediliyorsa, halkın bir kısmının katılmadığı, reddettiği uygulamalar idarenin iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu tespit eden "kamu çıkarı" ölçüsüne tezat teşkil etmiyor mu?

 

Mutlak fikre nispet edilmediği sürece; ister teamül hukuku , ister kamu çıkarı, isterse "yazılı yasalar"; "insana göre elbise yerine, insanı elbiseye uydurma çabasıdır." İşte bu anlayış olmadığı içindir ki, bütün yasalar ve uygulamalar, insanı ve toplumu ifade etmekten uzak, birbirlerine zıt ve zulmün kaynağı haline gelen anlayış ve inançtırlar .

 

Gerek Yunan Düşüncesi, gerek bugünkü Batı Düşüncesi ve gerekse İslâm dışı diğer inançlara bağlı düşünceler "yasaların ne olması gerektiği" sorununun kaynağına inememeleri  ve  hayat  ölçülerini kendi aklı-nefsı ölçülerine göre tespit etmeleri sonucu, -ki, iyi, doğru ve güzelin ölçülerinin olmadığı yerde, herkesin hakikati kendisine- esas olarak, gözle görünen, müşahhas olan dış dünyayı -Âlemi almışlardır. Kimi zaman toplum ; kimi zaman sınıflar; kimi zaman Allah adına -daha çok tanrı adına dense yeridir- kral, papa; kimi zaman kilisenin kuralları;  kimi zaman saf mânâsıyla devlet (Pozitif Kamu Hukuku); kimi zaman millî hakimiyet; Demokrasi v.s... Yani "olması gereken" anlayışı değil, "biz yaptık, oldu" düşüncesi hüküm sürmüştür... Neye göre "yasalar" düşüncesi değil, yazılmış yasalara göre; hak, adalet, insan ve toplum düzeni tarif edilmiştir.

 

Kısaca "Saf Aklın" ürünü olan yasalar Montaigne'nin de belirttiği gibi "doğru oldukları için değil, yasa oldukları için yürürlüktedirler."

 

KİLİSE VE ORTA ÇAĞ

Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle başlayan Orta Çağ ve bu çağın tek hakimi olan Kilise ... Roma Devleti'nin M.S. 4. yüzyılda Hristiyanlığı resmî din olarak tanımasıyla başlayan yükselme devri, Kilisenin kendisini Roma Hukukuna göre şekillendirip müesseseleştirmesiyle bütün İmparatorluk dahiline dal budak salmış ve zamanla Avrupa'nın (Roma ve daha sonraki imparatorlukların)  tek  hâkimi olmuştur.

 

Kilise bu yükselişini Avrupa'nın Roma'ya olan sevgi ve özlemine borçludur... Bu özlemi ve sevgiyi çok iyi kullanmış ve kendini Roma İmparatorluğunun devamı ilan etmiştir.

 

Roma Hukukunun yaşatılıp günümüze kadar getirilmesinde en büyük rol Kilisenindir. Çünkü Kilise hukuku İlahî bir hukuk değil, Rasyonel mantığın bir ürünü olan Roma Hukukundan ilham alınarak oluşturulmuş bir hukuktur. Meşhur bir söz vardır : "Kilise Roma Hukukuna göre yaşar."

 

Orta Çağ'da önce Batı Roma İmparatorluğu, daha sonra da Roma-Germen İmparatorluğu'nun çöküşüyle beraber Avrupa toplum yapısı parçalanmış ve küçük birimlere ayrılmaya başlamıştır. Bu birimler zamanla Derebeyliklere dönüşmüş ve  feodalite denen müessese oluşmaya başlamıştır. Feodalite Kilisenin hâkimiyetini kabul etmiş ve onun emrinde hâkimiyetini kabul ettirmiştir.

 

Aristo mantık zincirlerine göre şekillenmiş ve köhnemiş Roma Hukuk kurallarının şerh edilmesiyle yaşamaya çalışan Kilise, bütün bu çalışmalar insan ve toplum meselelerini çözmeye yetmeyince, hâkimiyetini devam ettirebilmek için zulüm ve baskıyı meşru görmeye başlamıştır.

 

Kilise ve Feodaller bir alt-üst münasebeti içerisinde iktidarlarını devam ettirirken, Rönesansla beraber Avrupa toplum yapısında yeni bir canlanma ve değişim meydana gelmiştir. Önceleri, manevî sembollerle kendini göstermeye başlayan san'at, sahip olduğu bu ışığı iktisadî düşünce, dinî düşünce, coğrafî keşifler ve askerî düşünce üzerine yansıtmaya başlamış ve Avrupa'da yeni müesseselerin oluşumuna sebep olmuştur. Reform hareketleri ile beraber, özellikle Kilisenin Hristiyanlar üzerindeki uygulamaları sorgulanmaya başlanmış ve zulme karşı isyan etme fikri yeşermeye başlamıştır. Doğu'da, Avrupa'nın ortasına  kadar  uzanmış  Osmanlı Devletinin kültür ve tekniğinin Avrupa’ya yansıması, krallıkların gelişmiş silahlarla derebeylikleri yıkıp ülke bütününe hâkim olmalarını sağlamıştır. Avrupa içerisinde derebeyliklerin yıkılmasıyla beraber oluşmaya ve yümeye başlayan "Burjuva" sınıfı, ülke bütünlüğünün sağlanması ve iktidarın merkezîleşmesiyle hem gümrük duvarlarından kurtulmuş, hem de merkantalist-korumacı uygulamalar sayesinde "Millî Burjuvalar" haline dönüşmüş ve bu Millî Burjuvazi, ilmî düşünce ve kâşiflerle işbirliği yapınca hem ilmî keşifler hızlanmış, hem de coğrafî keşifler vuku bulmuş... Ve böylece kölelik ve Kapitalizmin temeli atılmaya başlanmıştır.

 

Krallıklara bağlı orduların keşfedilen yerleri işgali, denizcilerin köle ticaretleri ve buldukları madenleri kendi ülkelerine taşımaları,  burjuvaların  da bu kaynakları üretime dönüştürmesiyle Denizaşırı Avrupa imparatorlukları oluşmuş ve servet birikimi gelişmiştir. Bütün bunlardan daha da önemlisi, Martin Luther ve Calvin ile başlayan Reform hareketleri Katolik Kilisesine karşı isyana dönüşmüş, yeni yeni Hristiyan mezhepleri ortaya çıkmış, -protestanlık ve Calvinism gibi- bu mezhepler de hem krallar, hem burjuvalar, hem de fikir adamları tarafından kabul görmüştür. Krallar bu mezhepleri Kilisenin iktidarını parçaladığı ve kendi iktidarlarını sağlamlaştırdığı için kabul etmişler, burjuvalar protestanlığı faize ve servet birikimine engel olmadığı ve hayatın liberalleşmesini sağladığı için kabul etmişler, fikir ve san'at adamları ise Kilisenin engizisyon vahşetinden kurtulmak ve fikir ve eserlerini sunmada daha özgür olduğu  için kabul etmişlerdir.

 

Özellikle İngiliz, Cermen ve çevre krallıkların Protestanlık 'ı ve Kalvinizm'i resmî mezhep kabul etmeleriyle Katolik Kilisesinin Avrupa'daki iktidarı hemen hemen tesirsiz hâle gelmiştir. Fransa'da önce Katolikler ve Katolik krallar protestanlara büyük zulümler yapmışlar, daha sonra iktidarı ele geçiren protestanlar Katoliklere karşı zulümlere başlamışlardır.

 

Aşağıda alıntısını yaptığımız yazıda Prof. Dr. İdris Küçükömer; Avrupa'nın Orta Çağ'daki gelişmelerini özellikle "Burjuvalar" açısından nasıl anlatmış:

 

-"Kilise'nin ekonomik  hayata  müdahalesi  azaltılmalı  idi.  Faiz  meselesi önce  protestanlık  harekatı ile  büyük  ölçüde  çözülüyordu . Protestanlık  feodaliteye, özellikle Katolik kilisesine  karşı  burjuva  ideolojisi  olarak  çıkıyordu. Gelişen  yeni  güçlerin,  burjuvaların,  işçilerin  ve  bu  arada  köylülerin  egemenlere karşı  mücadeleleri  bir  sapma olarak mezhep  kavgalarına  dönüşüyordu.  Dinî Reform hareketi gelişmişti. Din  ve  mezhep  farkları  artık  insanlar  arasında  bir ayrıma   sebep  olmamalıydı.   Teokratik   Egemenliğe karşı  "Laiklik" ilkesi ortaya çıkacaktı.(3)

 

Orta Çağ'ın sonlarında meydana çıkan köylü isyanlarını, şehirler ve burjuvalar destekleyecekti. Çünkü bu isyanlar,  daha önce de değindiğimiz gibi, ya  Katolik  kilisesine  karşı  ya  da  feodallerin bütün mallarının ellerinden alınmasıyla feodaliteye karşıydılar. Ve bunları bir programa da bağlamış oluyorlardı.

 

Rönesans, gelişen burjuvazinin bireyci , laik görüşlerinin sanat dünyasındaki gelişimi oldu. Bireycilik , hümanizma  hareketi içinde savunuldu .

 

d) İnsanların (aslında ülke çapında politik yetkileri olmayan burjuvaların), kralın, feodallerin ve ruhbanın yanında, bazı politik hakları olmalıydı. Özellikle vergilerin konma kararlarının alındığı kurumlarda, parlamento ya da genel meclislerde kararları etkileyebilmeliydiler. Bunun için söz ve düşünce özgürlüğü olınalı; ekonomi, eğitim, din, aile meselelerinde fert serbest olmalıydı. Kısaca daha sonra insan haklan diye adlandırılacak bazı haklan bulunmalıydı. Ve devlet bu haklara dokunmamalıydı. Bunun için de burjuvaların politikayı etkileyebilmek üzere rey hakkı olmalıydı. Toplum içinde devlete gereği gibi katılmadan olamıyorlardı. Devlete tam katılmalıydılar. Belediye meclislerinde bulunmak yetmezdi. Ekonomik özgürlüğün sonucu olarak mülkiyet hakkı üzerinde durulacak ve bunu gasbedilmeyen doğal bir hak olduğu ileri sürülecekti. Aslında bunun gerisinde bir azınlığın {burjuvanın) giderek büyüyecek mülkiyeti korunmak  isteniyordu. Bunun için  gerekli bir "sözleşme"nin yolları aranıyordu.

 

Aslında bunlarda , Hobbes, Locke gibi politika felsefesi düşünürlerinin , liberal politika teorisindeki deyişle Civil toplum yaratma çabalarının kökleri bulunmaktadır.

 

Burjuvalar bunları kolayca elde edemeyeceklerdi . Merkantilist düzenin gelişme dönemine  ancak  kral ile feodaller ve kilise, şehirler ile köyler arasındaki çelişkilerden yararlanarak girdiler. Bunu başarmak için kralı, diğer feodallere ve kiliseye karşı malî olarak desteklediler. Bu yoldan krallık merkezileşti. Krallığın toplarıyla bazen şatoları dâhi yıkılan feodaller, tam denilebilecek bağımsızlıklarını kaybetti. Papalığın krallar üzerindeki gücü kırıldı. Böylece bir yandan burjuvalar için kısmen geniş iç pazar sağlanırken,  öte  yandan  da  teokratik  milli devletler ya da krallıklar kuruldu . (İngiltere , Fransa, İspanya krallıkları gibi)."(3)

 

Yalnızca üretim araçları ve Kapitalist sınıf-Emekçi sınıf çatışmasını gaye edinerek kaleme alınmış yukarıdaki yazıda Orta Çağ Avrupa'sının geçirdiği sosyal değişimler anlatılmış.

 

Avrupa'da ilk değişim rüzgarları daha önce de söylediğimiz gibi, din -Hristiyanlık- adına  yeni bir din anlayışıyla başlamış ve bu anlayış zamanla Hümanist anlayışın gelişmesine sebep olmuş, önceleri Katolik Kilisesin in, sonraları da Kralların Allah adına halka zulüm yapmaya dönüşen idarelerine karşı, idarenin halk-millet adına olması gerektiği ve rahiplerin idareden uzaklaştırılması, kralların da yasalarla sınırlanması  ihtiyacını  doğurmuştur. İdarenin yasalarla sınırlanması gerektiği anlayışı  ideolojik bağlamda "laiklik" kavramının yerleşmesine sebep olmuştur.

 

Ülke bütünlüğünü sağlayan ve millî birliği oluşturan kralların Tanrı -Allah- adına bütün ülkenin ve bütün tebaanın başı ve sahibi sayılması, krala karşı özel mülkiyeti koruyacak bir otorite ve yasanın olmaması, diğer taraftan karşı mezheplerdeki insanlara reva görülen zulümler; artık idare anlayışının ve şeklinin değişmesi-değiştirilmesi gerektiği düşüncesine vardırmıştı, kralların ülkesindeki aydınları, burjuvaları ve köylüleri...

 

Mesela  16.  yüzyılda  yaşamış  Fransız  düşünürleri olan  ' "Monarkomaklar";   kralın   yetkisini   sınırlayacak ve onu bir üst yasaya tabi kılacak bir anlayışı öne sürüyorlardı'.

 

Monarkomaklara göre Fransa Krallığı mutlak değildir ve rejim, karma bir rejimdir , aristokratlar ve "Etats Generaux-Parlamento"lar krala karşı gelebilirler. Rahiplerden. soylulardan ve zenginler (hukukî yönden ayrıcalıksız olan halkın ayrıcalık hakkına sahip olanlar) dan oluşan ve bir danışma niteliğinde olan Etats Generaux'ların yetkilerini arttırmak için zaten uzun  zamandan beri  mücadele  veriliyordu.

 

- "Monarkomaklara göre: Kralı Tanrı seçer, ancak Tanrı'nın iradesini oylarıyla halk belli eder, halkın sesi Tanrı'nın sesidir. (Vox poli, Vox Dci). Demek ki kral ancak halkın verdiği vekalete dayanarak, devlet iktidarını kullanabilir. Üstelik de bu hakkı yalnızca Etats ·Generaux'ların toplantı halinde olmadığı zamanlarda kullanabilecek. Fransa Krallarının, bu görüşü hiçbir zaman kabul etmediklerini söylemeye gerek yok.

 

Monarkomaklar krala karşı çıkına yetkisini bir yandan da soylulara, yüksek memurlara tanıyorlar; bunlar eski feodaller ve merkezî devlete karşı olan kimseler çoğunlukla. Bir çoğu da Protestan. Monarkomaklar kralın  zulmüne  karşı  direnç gösterme peşindeler. Krala karşı koymak imkanını Orta Çağ'ın kralla vatandaşları arasında zımnî bir "sözleşme" olduğu  görüşüne  dayandırmak  istiyorlar.  (4)

 

XVI. yüzyıl ve XVII. yüzyılda Monarşik devletlerin  hâkim  bulunduğu Avrupa'da "Toplum  sözleşmesi, Millî-halk egemenliği ve yasalar" gibi kavramlar aydınların ve  toplumların diline yerleşiyor . Bu iki  asırda Greko-Latin medeniyetinin kaynakları ve kavramları tekrar gözden geçiriliyor, onlara yeni mânâlar  yükleniyor,  yeni  sentezler   yapılıyor ve  Yunan Düşüncesi ile Roma Devlet düzeni yeni bir çehre-makyaj  ile  canlandırılıyordu

 

Fransız   Kralının   savcısı   olan  Jean   Bodin   Millî Egemenlik   kavramını   ortaya  çıkarıyor,   İngiliz  filozoflar Thomas  Hobbes  ve John  Locke  "Toplum Sözleşmesi" kavra  ile   "devletin   oluşumunu'·  açıklamaya  çalışıyorlardı. Bu yüzyılın   ilgi çekici bir yanı da ''Toplumsal   Sözleşme"  kavramı  ile  Mülkiyetin  dokunulmaz bir   hak"  olduğu   düşüncesinin   zihinlere iyice yerleşmesi  olmuştur.

 

Mülkiyetin özel ve dokunulmaz bir hak olduğu görüşünü savunan savcı Bodin "aile ile devlet", "devlet ile egemenlik " arasında çözülmez bir bağ oluşturuyordu."

 

Bodin; ailenin ve özel mülkiyetin dokunulmazlığını ısrarla savunmuş, aileyi devletin küçük bir modeli olarak görmüştür. Ama devletin egemenliğe sahip olması dolayısıyla onu diğer topluluklardan daha müstesna bir yere oturtmuştur. Bodin'e göre "egemenlik yeryüzünde hiçbir kısıntıya ve denetime sığınmadan emir verebilme ve uygulama yetkisidir." Yani her çeşit denetimin dışında kalan bir iktidar Latince'de "Majestas" denilen bu üstün iktidar devlet bütünlüğünün  çimentosu  oluyor.

 

Egemenliğin öğelerinin sürekli,  mutlak  ve  bölünmez oluşu ...  Süreklidir,  çünkü  değişen  hükümetlerle   hiçbir ilgisi yoktur. Zaman içinde hep aynı kalır. Mutlaktır, "salt"tır; çünkü hiçbir şarta  tabi  olmadan emirler verebilmek ve hiç  bir  iradeden  emir  almamaktır,  egemenlik.  Bodin'e  göre  egemenlik   başka hiç bir iradeden emir almadan yasa yapmak, yahut kaldırmak    iktidarıdır...    Egemenlik  bölünmezdir. Devlet içinde egemenliği kullanan , yasa yapan  veya yasayı   kaldıran   çeşitli  yetkili   organlar  olamaz.

 

Böylece Millî devletin kralı artık ne Papa'dan, ne de Roma-Cermen İmparatoru gibi herhangi bir imparatordan emir almayacaktır.

 

Milli devlet, devlet olduğu için egemendir. Egemenliğin en belirgin özelliği ise daha önce de belirttiğimiz gibi başkasından emir almamaktır. Bu durumda acaba kralı yahut daha doğru bir deyişle egemenliğin sahibini -çünkü başka yönetim biçimlerini de kabul ediyor Bodin- durduracak  başka  bir güç yok mu? Varsa bile bunlar insan yapısı güçler değil. Egemenliği kullananı ancak "Tanrı" adına  "Doğa" sınırlayabilir. Tanrı'nın buyruklarına ve insanın  yarattığı  hukuktan  üstün   olan   doğal hukuka uyulmalıdır."(5)

 

Evet! Bodin Millî devlette Mutlak Monarşiyi savunuyor. Mesela Johannes Althusius yaşadığı dönemde mezhep savaşları içerisinde bulunan Almanya'da "Devletin varlığını'' toplumsal sözleşme teorisiyle açıklıyor . Ona göre devlet, insanların oluşturduğu sözleşme ile ortaya çıkmış oluyor. Aristo'dan etkilenmiş. Kurumların bir araya gelip -sözleşmesiyle­ "devlet''  oluşuyor.  Egemen   olan  devlet   bir  monark tarafından yönetilecek. Monark yönetme yetkisini halktan alacak. Sözünde durmaz ise halk monarkı yerinden alacak... Demokrasinin adı konmadan savunulduğu    bir    düşünce tipi de "Monarşik  Demokrasi."

 

17. yüzyıl fılozoflanndan olan Thomas Hobbes sahip olduğu materyalist dünya görüşü anlayışıyla toplumun ve devletin oluşumunu "faydacı-sözleşme teorisi" ile açıklıyor. Hobbes'a göre toplum doğal halinde ve doğa tarafından yönlendirilen arzularına göre yaşamaktaydı. Ancak bu doğal hayat bir cehennem  hayatı  gibiydi. Sürekli  birbirleriyle savaş hâlinde olan insanlar sonuçta birbirlerinin "Kurt"u  haline  gelmişlerdi.

 

Hobbes'a göre herkes eşit ve tam özgür olunca, ortam kaos-kargaşa hâlindedir. Dolayısıyla insanları bu cehennemden kurtarmak, onların arzularını düzene sokmak ve medeniyeti ilerletmek için insanlara korku ve dehşet verecek bir egemen güç lâzım. Bu güç de, kendi aralarında yaptıkları bir sözleşme ile sunî bir güç  olarak "Leviathan" meydana çıkıyor. Herkes özgürlüklerini sınırlıyor ve haklarının bir kısmını bu egemen  güce devrediyor.

 

Leviathan 'ın getirdiği düzende; insanlar arasındaki daha rahat ve daha iyi yaşamak için yapılan  mücadeleler, konulan kurallar sayesinde kargaşa çıkmasına   meydan  vermiyor.

 

"Hobbes'a göre, doğa halinde yaşayan insan ile toplumsal düzen içinde yaşayan insan arasında güdüleri ve amaçları açsından hiçbir fark yoktur. Yalnız doğa halindeki çatışma yüzünden arzuların ve isteklerin gerçekleşme imkanı yoktur. Ancak egemen gücün sağladığı düzen sayesinde müreffeh yaşamak mümkün olur. İşle bunun için doğa halinden toplumsal yaşama geçilir,  yine  işte bunun  için egemen güce boyun eğilir."(6)

 

Diğer bir İngiliz filozofu olan John Locke, devletin ve toplumun oluşumunu şiddete dayalı olmayan tabii yaşam halindeyken yapılan "toplumsal sözleşmeye" bağlıyor.

 

Locke'a göre "doğal" bütün insanlar barış içerisinde yaşarken, bazı akıl dışı kimseler diğer insanları rahatsız etmeye, onların huzurunu kaçırmaya başlıyor. İşte bundan dolayı bütün insanlar bir araya gelip bir sözleşme yapıyorlar ve bu sözleşmeyle yönetici güce kendi güvenliklerini sağlama ve sözleşme şartlarının yerine getirilmesi görevini veriyorlar. Bunun yanında mülkiyet hakkını, yapılan sözleşme ile devlete   -yöneten   güce   kabul   ettiriyorlar...   Böylece "doğal" toplum halinden "sivil toplum" haline geçilmiş olunuyor.

 

John Locke görüşlerini şöyle ifade ediyor: "Belirttiğimiz  gibi, eğer  insan  doğa  halinde özgürse, en güçlü olanla eşit ve kimsenin boyunduruğu altında olmadan sahip olduğu şeylerin ve kişiliğinin mutlak efendisi ise, neden bu özgürlükten vazgeçer? Neden bu krallığı terk eder ve kendisini başka bir gücün yönelimine sokar? Bu sorulara verilecek cevap açıktır: Doğa halinde insanın sahip olduğu haklar güven altında değildir, başkalarının  saldırılarına açıktır. .. İşte bu güvensizlik insanda (doğa halini) terk etmek arzusunu yaratır ... Yaşamlarını, özgürlüklerini ve emlâkını -ki ben bunlara genel olarak mülkiyet diyorum - korumak isteyen insanların birleşerek toplumu oluşturmaları nedensiz değildir." (7)

 

Görüldüğü gibi Yunan Düşüncesi'nden beri,  Batı Dünyasında "toplumun ve devletin oluşumu" hakkındaki düşünceler genellikle pragmatist-faydacı (Materyalist   anlayışın   bir ürünü)   düşüncelerdir.

 

Gerek Hobbes, gerekse Locke sofistlerin toplumun ve devletin oluşumu hakkındaki görüşlerini, inançlarını benimsemişler ve yeni bir senteze varmışlardır.

 

Bütün bu görüşlerin esas çıkmaz noktalarını inceleyecek olursak:

 

1-İnsanların "doğa hali yaşamlarını" yasasız­ kuralsız bir çağ olarak kabul etmeleri. Özgürlük konusunda özellikle Hobbes'un öne sürdüğü "Tam özgürlük ve eşitlik" meselesi insan için mümkün değildir. Çünkü bu âlemde insan için mutlak özgürlük asla mümkün değildir. Tam özgürlüğün olduğu yerde, asla eşitlik yoktur.

 

2-Toplumun refah içinde, rahat yaşamak gayesiyle oluştuğunu benimsemeleri.

 

3-Devletin ve toplumun oluşumunu açıklarken ''sözleşmenin" hangi ölçülere göre hazırlandığı -ki , devlet öncesi doğal hayat", yasasız ve kuralsa bir hayattı- kabul etmeyenleri hangi gücün zorladığı ve egemenliğin kime, niçin ve nasıl verildiği meselelerini açıklayamamış olmalarıdır.

 

Biz,  mensup  olduğumuz  Büyük   Doğu-İBDA dünya görüşü ve şuuruyla olayları, fikirleri ve fertleri değerlendireceğimize göre tabii ki Mutlak Fikir dışındaki her oluşumu , yanlışlarını göstererek ve doğruyu  sunarak   reddetme  durumundayız.

 

Bakınız iBDA Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu , "Hukukun" ve "Toplumun" oluşumunu nasıl ifade etmiş - ileride ''Devletin" gerekliliğini ve oluşumunu  da yazacağız.

 

"Hâkim: Gelelim başka bir görüş tarzına... Hakikati olan bir dava· Her toplumda, o toplumun kuruluşu ile birlikte, hukuk düzeni de kendiliğinden ortaya çıkar!..

 

Hakîm: Toplum, adeta biyolojik bir organizma gibi kendi hukukunu  ifraz eder!..

 

Hâkim: Evet; insanlar  arasındaki  dayanışma ve iş bölümünün meydana getirdiği toplum  vakıası, buna zarar verecek olanı engellemek ve düzeni geliştirmek gayesini tabii olarak bünyesinde taşımaktadır ki, bu durumda hukuk kaidesi sosyal dayanışmadan doğmaktadır... Her fiilî toplum, aynı zamanda bir hukuk toplumudur da!.."(8)

 

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi, insanlar toplum halinde yaşamışlar ve hukuk da toplumla birlikte var. Yoksa toplum öncesi birbirinden habersiz, aralarında herhangi bir münasebet olmayan  bir  sürü  halinde yaşamı  değillerdir.

 

İnsanların yaşadığı her yerde ve her zaman o insanların

-ister ferdî, ister topluluk halinde olsun- hayatını düzenleyen kurallar ve yaptırımlar vardır.

 

Batı   düşüncesi   tarafından ortaya   atılan   "Doğal Yaşam"  fikri, _insanları  adeta  kelle  sayısından  ibaret  bir sürü  halinde  görüyor.  Sanki  "doğal yaşam" dedikleri dönemde  insanların  birbirleriyle  hiç  ilişkileri  olmamış, hiçbir suç işlenmemiş ve ceza verilmemiş,  hiçbir otorite  yokmuş,  heşey  kuralsız ,  yasasız  ve  otoritesiz-yaptırımsız  bir  şekilde tıkırında  yürüyor.  Her nasılsa sonradan insanlar “kaos”tan (neye göre kaos; yasasız, otoritesiz bir toplum "kaos”un ne olduğunu değerlendirecek bir ölçüye sahip değil ki, , yaşadığı ânın kaos mu; yoksa düzen-sistem mi olduğuna karar verebilsin?) kurtulmak istiyor ve yasa-hukuk, düzen ve otorite  ihtiyacı hissediyorlar.

 

Hiçbir kuralın, yasanın olmadığı ve otorite­ yaptırım gücünün esamesinin bile okunmadığı bir "andan" bütün bunların varolduğu bir zamânâ geçiyorlar. Yasalar yok, hukuk  yok,  en  önemlisi böyle bir ölçü yok -zaten yasalar ve iktidar kavramlarını kabul etseler neye göre ve niçin yasalar ve iktidar sorusuna da cevap vermek zorunda kalacaklar ki, bu  da kendi çıkış tezleri olan materyalist-faydacı görüşlerini çökertecek- hemen sözleşme ve hukuk kuralları oluşturuluyor ve otorite nedir bilinmezken, birdenbire  otorite-devletin  tebaası oluveriyorlar.

 

"Toplumun ve Devletin" oluşumunu toplumsal sözleşmeye bağlayan teorilerin en büyük yanlışlarından biri de "Devlet ve oluşumu" hakkındaki düşünceleridir. Birbirinden ayrılamaz bir bütünlük arzeden insan-toplum-otorite (devlet) üçgeninde, İslâm'a muhatap anlayışla Devleti ve insanı açıklayan İBDA Mimarı Sayın Mirzabeyoğlu bakınız ne diyor:

 

İNSAN VE DEVLET

Israrla üzerinde durduğumuz gibi, insanları sosyal faaliyetlere iten sebep temelde "ruhî çaba"ya dayanır; insanları sosyal münasebetlere iten sebebin kaynağı... O halde, en büyük sosyal kuruluş olan "devlet", gerek doğuş ve gerekse mahiyet olarak izahını, ancak insanın özünün göz önünde tutulmasıyla bulur. Hemen belirtelim ki, devlet "genişliğine insan aksiyonunun en büyük kuruluşu" olarak, en büyük ahlâkî oluşumu, "en yüksek ahlâk fikrini" temsil eder.

 

Biz, sebepte de, neticede de, gayede de, hedefte de, bütün insan faaliyetlerini toplayıcı  mihrak noktası olarak "kişinin kendi öz nefsiyle savaşı"nı gördüğümüze göre, "devlet", genişliğine insan oluş ve kuruluşlarının bütününü kuşatıcı, en büyük insanî aksiyonu temsil eden bir müessese; teessüs etmiş ahlâk fikridir. Yerleşik toplum düzeni ve rejimi ise, temsil ettiği devletin "ahlâkî karakteri"dir.

 

Devlet, müessese olarak, "olsun mu , olmasın mı?" şeklinde bir tercih mevzuu değil, insanın sosyal olma özelliğinin aksi mümkün olmayan neticesidir ... En ilkel bir kabile nizamı ve hiyerarşisi bile, en küçük model olarak bu mânâyı gösterir. Bu yaklaşım, ahlâkın "oluş" ve "kuruluş"ları ile toplum bütününü kuşatıcı anlamını da kapsamaktadır; devlet ve onun  karakteri halinde "düzen ve rejim", kabul edilmiş bir ahlâkı belirtir. Hukukî, siyasî, iktisadi vesair sosyal ilişki şeklinde her davranış; bir "ahlâkî" davranıştır. Sosyal yapı  ve müesseseler  içindeki  birleştirici  yapı ve müessese şeklindeki bu rolü ile ahlâk,  devleti bütün müesseselerinin kesinlikle kendisine uygun olmasını gerektirirken, aynı zamanda bunların gayesi olması gerektiğini  de işaretler.

 

Görüldüğü gibi, yaptığımız iş, devletin doğuşu, mahiyeti, fonksiyonu ve meselelerin iç içe bir bütün olarak "bir dünya görüşü"ne nisbet edilerek açıklanması gereği bakımından, iktidar, kaynağı,  rolü, "bütün sosyal ve siyasî müesseselerin tutarlı bir bütün olarak izahı" şeklinde, işi tekerlemeden kurtarmak... "Bütün Fikrin Gerekliliği" isimli eserimizde üzerinde durduğumuz "iktidarın kaynağı ve niteliği" hakkındaki görüşler, gerçekte "devletin doğuşu" ve "devletin niteliği" mevzuundan ayrı  düşünülemez; bu bakımdan orada, devletin açıklanmasında izlenen "dışımızdaki" yollara da değindik.

 

Büyük Doğu Mimarı'nın ifadesiyle  devlet:

- "İnsan kalabalıklarının maddi ve manevi yekun kıymeti ve toplum iradesi..." (9)

 

Son söz olarak, meselenin "bizce"sini  çok  daha geniş planda ve aslıyla bilmek isteyenlere,  bahsi, eserler boyu . izlemek üzere Büyük Doğu-İBDA külliyatını tavsiye ediyor  ve  şimdilik  noktayı  koyuyoruz.

 

KAYNAKLAR.

1-    Erdoğan Teziç. ANAYASA HUKUKU . Beta Yay. Sh. 133.

2-   Murat Sarıca. 100 SORUDA SİYASI DÜŞÜNCE TARİHİ. Gerçek Yay. Sh. 14.    .

3-   İdris Küçükömer. BATILILAŞMA. Bağlam Yay. Sh. 23-24.

4-   Murat Sarıca. 100 SORUDA SİYASI DÜŞÜNCE TARİHİ. Gerçek Yay. Sh. 58.

5-   A.g.e.  Sh. 60.

6-   İlkay Sunar. DÜŞÜN VE TOPLUM. Birey ve Top­ lum Yay. Sh. 67.

7-   ) A.g.e. Sh. 81.

8-  Salih Mirzabeyoğlu. HUKUK EDEBİYATI. İbda Yay. Sh. 75.

9-   Salih Mirzabeyoğlu. KÜLTÜR DAVAMIZ İbda Yay. Sh. 139-140-141.

 

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kissinger: Dijital Dünya düzenine geçişte, İlk önce Müslümanlar kül olacak!

17-25 Aralık FETÖ Darbesini 16 ay önce yazan gazeteci

Sayın Mustafi Başbakan