Bir İdeolojik Dayatma olarak "Evrim" Teroisi

34 yıl önce, Bizim Ocak dergisinde (Ocak-Şubat 1990)  yayınladığım "Evrim teorisi ve İlk insanın Doğuşu" başlıklı yazımı, bugün bir kaç alıntı yaparak, yeniden yayınlamayı uygun gördüm. "Güçlü olan Zayıf olanı ezme hakkına sahiptir," çünkü doğada da kurallar böyle işler(!) anlayışı üzerine bina edilmiş olan  Batı emperyalizmi, Darwin'in Evrim teorisini "ideolojik bir aygıta" dönüştürerek, yıllar boyu büyük bir algı operasyonu yürütmüştür.  Evrim teorisi, bizzat biyoloji, antropoloji vs gibi, bilim dallarındaki bilim adamları tarafından, ideolojik hegemonyasına son verilerek, tarihteki yerine oturtulmuştur.

 Düşünür Salih Mirzabeyoğlu, Darwinizmin ideolojileştirilmesini ve insanı ve evreni mekanik bir determinizme sokmasını şöyle izah eder:

Darwinizm, hayat fizyolojik mekaniktir

İki Büyük Devrim

18. ve 19’uncu yüzyılda hayatla ilgili kavramlar mekanik formüller gibi ele alındı zihin ve iradeyle ilgili olanlar da biri de Darwinizm…

Müşahede ve tecrübeye dayanan tabiat ilimleri 19. yüzyılın ilk yıllarında biyoloji alanını istilâ etti – Darwin hayatı fizikî zorunlulukla izâh basit maddeye ircâ etti

–fizyoloji mekanik oldu– kendi başına hareket kabiliyetli bağımsız bir fert olan insan bedeni kilim deseni gibi çevre şartlarına artık hareket eden organizma değil onu saran çevredir - hürriyet yok hususîlik yok kendini hayata uydurmak demek maddî çevrenin bize sızmasına hâkim olmasına izin vermek demek kendini çevreye uyarlamak teslim olma ve vazgeçmedir

Darwin - dünya üstünden kahramanları silip atmıştır ve makineleşmiş şehirlerin kasvetli manzarasında uyarlanmış robotların çağı insan - hayatını bizzat robotların yönetmesi eşiğinde!

…………………….

Makine eski Yunanca’da “oyuncak” demek!

 

 

Esatir ve Mitoloji, 29. Bölüm, Salih Mirzabeyoğlu, Baran dergisi 152. sayı, 10 Aralık, 2009


Aşağıdaki   alıntı, Düşünür ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu'nun konuyla ilgili olarak, Alman düşünür Hartmann'ın görüşlerinin  bir değerlendirmesidir. En altta ise, benim yazımın dergi sayfası halindeki  hâlini okuyabilirsiniz. 

** 

Her varlık basamağının kendine mahsus kural ve kanunları vardır ve bunlar öteki basamaklarda işlemez... Bununla beraber, basamaklar arasında münasebetleri düzenleyen kategoriler de vardır ve Hartmann bunlara "kategorial kurallar" diyor.

Varlık basamaklarında bir de derece düzeni vardır ve birbirlerine göre büyük farklılıklar taşır. Meselâ, üst basamaktaki kemâl ve olgunluk derecesi, alt basamaktakinden daha değişiktir; buna mukabil, aşağı bir basamak kendinden üstün basamaktan daha çabuk ve kolay olgunluğa erişir. Neticede: Varlık basamaklarının en üstünde bulunan insan, en az olgun bulunandır... Meselâ, onda örf ve adet kemâli, hiçbir zaman böbreklerinin olgunluğuna ulaşamaz; o insiyak ve otomatlığa...

Hartmann bu vakıayı, şu sebebe bağlıyor: Yüksek varlık basamaklarındaki varlıklar, olgun hâle gelmek için daha çok şeye ihtiyaç duyarlar... Her basamağın kendine mahsus yeter bir kemâl derecesi vardır ve her yüksek basamağın kendinden aşağı basamağın kategorisinden farklı ve yenimuhtevası vardır. Hartmann bu yeni şeye "novum-yarık-ayrık" adını veriyor: "Kategorik yarıklar-ayırımlar olmadan varlık basamaklarının yükseklik farkı da olamaz!"... Meselâ, kendi kendini düzenleme istidadı uzvî basamağa hastır, sorumluluk istidadı ise mânevî basamağa mahsus birer "yarık-ayırım"dır. Her varlık basamağı kendine has yarıklarla ötekilerden ayrılır ve aşağı basamaklardaki kimi kategorilerin kendilerine uzanmasına rağmen bağımsızlıklarını korurlar.

Yukarı basamağın varlığı, ancak aşağı basamağın taşıyıcı yapısı üstünde mümkündür; ama bu, yüksek basamağın aşağı basamak tarafından belirlendiği mânâsına gelmez. Yüksek basamağı aşağı basamaktan ayıran ve onun üstüne koyan ona mahsus "kategorial yarık"tır.

Hartmann "tekâmül nazariyesine de karşı çıkar ve bu mevzuda şöyle der:

— "Tekâmül düşüncesi, kâinatın tek bir kaynaktan çıktığını farzediyor. Bütün neviler tek kaynaktan çıkmışsa, elbette kendiliklerinden birbirlerine bağlanacaklar ve bir birlik oluşturacaklardır. Tekâmül düşüncesi, kâinatın tek kaynak olarak maddeden veya Allah'tan çıktığını düşünebilmek ihtiyacından doğuyor. Lâkin böyle bir düşünce, havada ve sallantıda kalır; çünkü, bunu ne hâdiseler delillendirip isbatlıyor, ne de bunu kabul ettirecek kablî-peşin bir sebeb var. Varlık basamaklarının birbirinden çıktığını düşlemek, onlara ne bir şey katar, ne de bir şey eksiltir; olsa olsa, varlık basamaklarına gereksiz yere metafizik bir yük getirir... Oysa "Varlık bilim" düşüncesi bunu taşıyamaz, bir buçuk yüzyıldan beri yerinde sayması da bu yüzdendir. Bundan dolayı da varlık bilim düşüncesine, bu yükün atılmasıyla başlanılmalıdır!"

Hartmann'a göre, neticede, tekâmül de düşüş de, peşin bir kabul edişten ibaret kalıyor. 

(Kaynak: Madde Nedir, sayfa: 77-78)


EVRİM TEORİSİ VE İLK İNSANIN DOĞUŞU 1 / Bizim Ocak/  Ocak-Şubat 1990

Bu yazı dizimizde çeşitli yabancı ve yerli kaynaklardan faydalanarak Evrim teorisinin ilmi bir eleştirisini ve ilk insanın (Hz. Adem) genetik yapısıyla günümüz insanının genetik yapısını inceleyen bilim adamlarının araştırmalarını sunacağız. Burada yazacağımız makaleler bu konuda ihtisas yapmış ünlü bilim adamlarının araştırmalarını ihtiva edecektir.

İnsanlardan binlerce yıldan beri kendi kökeninin ne olduğu sorusunu cevap arıyorlar. Bu konudaki bilgileri mensup oldukları dinin açıklamaları veya çeşitli felsefi sistemlerden alınan önermelerden oluşuyor. Ancak 19. Yüzyılda gerek bilimin baş döndürücü hızıyla gerekse materyalist fikirlerin etkisiyle ilk defa ciddi olarak inançları sarsılıyor. Bilimin her meseleyi çözebileceğinin iddia edildiği bir dönemde (ki bu düşünce bizzat bilimin kendisi tarafından yakın zamanda yıkılmaya başladı) İngiliz tabiat bilimcisi Charles Darwin’in bir dizi araştırmalarını ihtiva eden ve 1859 yılında yazmış olduğu ‘’ Türlerin Kökeni’’ adlı kitabı büyük bir sarsıntıya yol açtı. Darwin kitabında ilk insanın maymundan yüzbinlerce yıl içerisinde evrimleşerek insan türünü ortaya çıkardığını iddia etti.    

Bu ifade başta Karl Marks olmak üzere o dönemin bütün materyalistlerinin ve din düşmanlarının elinde adeta bir bayrak oldu. Ancak son otuz yılda yapılan araştırmalar kalıplaşmış birçok düşünceyi yıktı ve bilimin putlaştırılmasını bizzat bilim önledi. Evrim teorisi de bundan nasibini aldı. Evrim teorisini daha iyi tenkit edebilmek için bizzat Darwin tarafından yazılan mektup ve kitap alıntılarıyla, Evrim teorisini desteklediği iddiasıyla ortaya çıkan birkaç teoriyi de kısaca açıklayacağız. 



İlk Basit Canlının Ortaya Çıkışı

Günümüzde bazı biyologlara göre hayat olgusu hakkında her şey çözülmüş olup, bu konuyu daha fazla araştırmaya gerek yoktur. Bu kişilere göre uygun bir ortamda fiziki tesirler sebebiyle bileşiklerin organize bir biçimde aynı anda bir araya getirilip birleştirilmesiyle hücre dediğimiz ilginç kompleksi, hatta basit canlıları üretebiliriz. Bu ifadeyi biraz genişletecek olursak şöyle bir sonuç ortaya çıkar. Belirli şartlarda basit bir organizmanın tesadüfen oluşması: Yüksek bir ısıda aynı anda demir cevheri ve kömürden oluşan çelik parçacıklarının, maddeleri uygun düzlemde bir araya getiren mutlu tesadüfler yoluyla Eyfel kulesinin yapımında kullanılan maddelerin birleşme oranını insan ayarlamıştır. Basit de olsa yapısı Eyfel Kulesi’nden daha karmaşık olan ilkel canlıyı oluşturan bileşiklerin birleşme oranını kim ayarlamıştır?

Bu konuda en aktüel örnek 1953 yılında Stanley Miller’in yapmış olduğu ve Nobel ödülü aldığı araştırmasıdır. Miller’e göre buhar metan, amonyak ve di-hidrojenden oluşan bir gaz atmosferinde elektrik kıvılcımları kullanarak hücre proteinlerindeki amino asitler gibi (hücrenin temel yapı taşlarıdır, yapısında hidrojen, azot, karbon ve amonyak vardır) karmaşık kimyasal bileşikler elde edebiliriz. Oysa bu tür deneylerin parçacıkların bir araya gelmesini açıklaması bir yana, 3 milyar yıl önce bu tür gazların var olduğunu kabul etsek bile tesadüfen basit bir canlıyı yaratacak orana nasıl ulaşıyorlar, bu gazların birleşme oranını kim ayarladı. İşte günümüz bilim insanları bu sorulara cevap arıyor.

Modern biyolojide tabiattaki tüm canlılar belirli bir sınıflandırmaya tabii tutulmuşlardır. Modern sınıflandırmanın babası Carl Linnea’dır. Linnea, canlıları tekilden tümele doğru sınıflandırmıştır. Günümüzde canlılar beş ana bölüm halinde sınıflandırılabilir. Bunlar: Monera: Tek hücreli çekirdeksiz, basit canlılar (bakteriler gibi),

 Protista: Tek hücreli çekirdekli basit canlılar,

Fungi: Tek hücreli, çekirdekli bitkiler gibi kendi besinini kendi yapan (fotosentez) basit canlılar,

 Plantae (Bitkiler): Çok hücreli, çekirdekli, (kendi besinini kendi yapabilen, karmaşık yapıya sahip canlılar,

Animale(Hayvanlar): Çok hücreli, çekirdekli ve karmaşık bir yapıya sahip canlılar.

Beş ana başlık altında toplanan tüm bu canlılar kendi aralarında sistematik bir sınıflandırmaya tabii tutulular. Bu sınıflandırma;

Alem

Şube

 Sınıf

 Takım

 Familya(Aile)

Grup

Tür   ‘ şeklindedir.

Türler hem kolektif hem de kendilerine has nitelikleri taşırlar. Türlerin bir araya gelmesiyle gruplar oluşur, gruplar familyaları, familyalarda takımları meydana getirir. Aşağıdan yukarıya doğru çıkıldıkça her ortak özellikler dikkate alınır. Mesela takımların bir araya gelmesiyle sınıflar ortaya çıkar. Her sınıf kendi sınıf ve şubesinin genel özelliklerini tanımakla birlikte, yine de açıkça farklılaşmış çok sayıda sistemler ihtiva etmektedir. Şubeler alemleri ortaya çıkarır, alemler topluluğu ise canlıların tümünü ihtiva eder. Burada tür kavramı üzerinde özellikle duracağız.

Tür benzer özellikleri taşıyan iki canlının birleşmesinden yeni bir canlı türünün meydana gelmesiyle oluşur. Kısaca özetleyecek olursak tavuklar, ördekler, kazlar, atlar, eşekler gibi canlıların hepsi birer ayrı türdür.

Evrim Fikrinin Ortaya Çıkışı

Evrim fikrinin babası aslında Fransız biyolog Lamark’tır. Onun ortaya attığı teori etkisi çok kısa sürmekle beraber evrim fikri ilmi olarak tartışılır ve konuşulur oldu. Lamark ‘’ yalnızca geçici olarak değişmez olarak türlerin görece değişebilmezlikleri’’ni göstermişti. Teorisini şöyle açıkladı: ‘’Hayat şartlarının değişmesi türlerde büyüklük, biçim, çeşitli parçalar arasındaki oran, renk, sağlamlık, çeviklik, çalışkanlık vs bakımından değişmeler ortaya çıkarabilirdi’’ Çevre şartlarındaki değişmeler ihtiyaçları değiştirir, yenilerini getirir. Bazı organların daha çok kullanıp gelişmesine, bazı organların ise kullanılmayıp körelmesine sebep olur. Kullanılmayan bu organlar zamanla ortadan kalkar. Değişen çevre şartlarının canlılarda yaptığı bu değişiklikler ırsiyet (kalıtım) yoluyla soydan soya geçer.

Bu iddiaya çok aktüel birkaç örnek verebiliriz. Çin’de kadınların ayaklarının daha küçük ve güzel olmalarını sağlamak için demirden yapılan dar bir ayakkabı giydirmeleri ve bu sayede bu kadınların kız çocuklarının da doğuştan küçük ayaklı olacakları inancı güzel bir örnektir. Diğer bir örnek ise sportmen bir anne veya babanın çocuğunun da doğuştan sportmen olacağı iddiasıdır. Lamark’ın teorileri her ne kadar tutarsız ve kabul edilemez olsa da (ileride evrim teorisinde de görebileceğiniz gibi) bir gerçek payı vardır ki, o da insanların daha çok kullandıkları organları diğer organlarına göre daha çok gelişmiştir. Mesela basketbolcunun kollarının ve bacaklarının diğer organlarına daha gelişmiş olması, piyanistlerin parmaklarının gelişmesi ve duyma hassasiyetlerinin artması, yazarların ellerinin ve gözlerinin diğer organlarına göre daha fonksiyonel olması gibi. Burada kabul edilemez nokta sonradan kazanılan bu özelliklerin ırsiyet yoluyla soydan soya geçeceği teorisidir. 



Darwinizm veya Evrim Teorisi

Charles Darwin, İngiliz Tabiat Bilimcisi. 1831-1836 yılları arasında Becagie gemisiyle Güney Atlantik ve Pasifik Okyanusları’nda dolaştı. Bu gezi ona değişik kıtalarda gözlem yapmak için büyük bir imkân sağladı. Bu gözlemleri sonucunda ‘’tabiat da değişmezliğin olmadığı’’ fikrine vardı. Her şeyin değiştiğini ve ancak tabiattaki şartlara uyum sağlayabilenlerin hayatta kalabileceğini öne sürdü. Bu fikrini de ‘’ tabii ayıklama-natural selection-‘’ teorisiyle ifadeleştirdi. Darwin’e göre madem ki, insanlar bir türe mensup ve belirli üstün özellikleri olan bir çift hayvandan daha çok verimli bir hayvandan daha çok verimli bir hayvan elde edebiliyorlardı. Niçin tabiat da böyle bir ayıklamayı canlılar üstünde denemesindi? Aşağıdaki alıntı Darwin’in ‘’Türlerin Kökeni Üzerine’’ adlı kitabından alınmıştır.

‘’ İşte insanların nüfusu ayrı bir kalabalığa ulaştığından fertler arasında fiziki hayat şartlarından dolayı bir var olma kavgası vardır. Mademki insanda yararlı değişiklikler meydana geliyor, büyük bir karmaşası hayat kavgasında herhangi bir şekilde hep bir varlık için faydalı olan başka değişikliklerin gelip geçen binlerce kuşak içinde de ortaya çıkması düşünülemez mi? Eğer böyle şeyler oluyorsa (yaşayabilme imkânı olanlardan çok daha fazla insanın doğduğu hatırdan çıkarmayarak) başkaları üzerinde küçücük veya önemsizde olsa herhangi bir avantaja sahip bireylerin ayakta kalmak ve kendi türlerini devam ettirebilmek için en iyi şansa sahip olmaları düşünülemez mi? Bununla birlikte en az derecede yaralayıcı değişikliğin sertçe giderileceğinden de emin olabiliriz. İşte bu şekilde elverişli değişikliklerin korunması ve yaralayıcı değişikliklerin giderilmesine tabii ayıklama diyorum’’

Darwin’e göre belirli bir türe ait bireylerde görülen asal özelliklerin sayısında geniş bir değişkenlik bulunmaktadır. Bu görüşünü desteklemek için Lamark’ın delillerine benzer deliller ortaya koymuştur. Yine Darwin’e göre canlı bünyesindeki çoğalcı hücrelerde (mesela insanın beyni ve diğer birkaç organı dışındaki organların hücreleri sürekli yenilenir, çoğalır) değişmektedir. Tabii ayıklanma teorisine göre yeni kazanılmaz özelliklerin ırsi olması fikri çok büyük önem taşımaktadır. Irsi olarak kazanılan yararlı özellikler tabii ayıklanmayı kendi lehlerine çevirip bu yönden zayıf olanlara karşı üstünlük sağlayacaklardır.  

Darwin’e göre bir dizi hayvanlar çiftleşme döneminde en güçlüsünü seçer, buda tabii ayıklanma sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Darwin tabii ayıklanma teorisini ortaya atarken bir Angalikan kilisesi rahibi olan ve ekonomi ve nüfusla yakından ilgilenen Thomas Maltus’dan etkilenmiştir.

Malthus’a göre insanların sayısı geometrik olarak artmakta buna karşılı besinlerin (bitkilerin) sayısı da sayısı da aritmetik olarak artmaktaydı. Besin azlığından dolayı insanlar arasında sürekli hayat mücadelesi vardı. Yalnızca çok güçlüler çok üretebilenler yaşamaya alışıktı. Tabiatın daha az yüzlerine baktığı insanlar ise yok olmaya mahkûmdular.

Malthus kitabını 1798 yılında yazmıştı. O dönemde kendini insanlar üzerinde oldukça hissettiren Avrupa kapitalizminin toplum üzerinde yaptığı olaylardan etkilenerek fikir ve görüşlerini belirtti. Darwin, Malthus’un önerilerinde ilginç fikirler görüyordu. O zayıflar pahasına en uygun ve en yeteneklilerinin ayakta kalmasını sağlayan ve bizzat tabiatın kullandığı bir ayıklama işlemi varsayımını insanlara kullanıverdi.

Darwin’in tabii ayıklanma teorisi Karl Marks’ı temelden etkiledi. Bu teori temel kurallarıyla ortadaki insanlardaki dini inancı ortadan kaldırmak için bu teoriyi malzeme olarak kullandı. Böylece bu teori ilmi olmaktan çıkıp siyası bir malzeme olarak kaldı. Biz burada Darwin teorisini eleştirmeye başlarken Fransız Biyologlar P.P. Grasse ve Maurice Bucielle’nin araştırmalarından yararlanacağız.

Bu arada gerçek olan bir şey var ki, oda yaralı, sakat veya önemli bir özrü bulunan bitki veya hayvanları eğer özel bir bakıma alınmazlarsa ortadan kalkan ilk canlılar olacaklardır. Fakat bu demek değildir ki, tabiattaki ayıklanma yalnızca en güçlü ve en sağlıklının ayakta kalmasını sağlar. Eğer belli bir bölgede yaşayan hayvanları gözlersek, aynı olmasa hemen hemen her yerde belli bir denge sistemi olduğunu fark ederiz. Bölgenin bir tarafını bir tür kaplamışken, diğer tarafını ise başka bir türün kapladığını görürüz. Belli tek bir topluluk içinde herhangi bir sebepten dolayı bir ayıklanma olsa veya o topluluğun ortadan kalkmış olmasa bile, ‘’ aşırı iklim değişiklikleri, afetler seller, erozyon, ırmaklarda ve denizlerde görülen kirlenmeler, deprem vs’den dolayı ‘’ tabiatın etkisine kalan o topluluğun tabiat tarafından özel olarak seçildiği anlamına gelmez.

Grasse’ında belirttiği gibi gerçek olan bir şey var ki, ölüm hiçbir zaman herhangi ayrımda bulunmaz. Ölüm, Darwin’in bizden öyle düşünmemizi istediği gibi hiçbir zaman en zayıfı alıp en güçlüyü bırakmaz. Grasse’e göre hayvanlar arasındaki mücadelede kazanan hep güçlüler değildir. Kazananların yüzdesi şans ve ortam gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Dişi hayvanın her zaman en güçlü hayvanı seçtiği iddiası oldukça gerçek dışıdır. Çünkü böylesi karşılaşmalarda şans öğesi ferdi tercihleri aşar.

Evrim teorisinde Darwin, daha önce de belirttiğimiz gibi tabii ayıklanma insanların hayvanlar arasında yaptığı suni ayıklanmaya benzemişti.

Oysa insanların evcil hayvanlar üzerinde yaptığı suni ayıklanma yeni, değişik bir tür meydana getirmez, yalnızca o türün daha gelişmiş daha verimli bir ferdi elde edilir. Yani bir örnek verecek olursak, bugünün yumurta verimi en yüksek tavuğuyla türünün en iyisi bir horozu çiftleştirdiğimizde elde edeceğimiz hayvan türü yine tavuk veya horoz olacaktır. Yoksa bir kaz veya ördek edemeyiz.

Ayrıca insanların yaptığı bu suni ayıklanma aynı türden yeni ve başka organlara sahip bir canlı ortaya çıkaramaz.

Burada Darwin teorisine verilebilecek en güzel örnek; belli değişimlerden geçtikleri halde milyonlarca yıldır kendi türlerinin asal özelliklerini koruya gelen organizmalardan kolon basilleri ve drozofillerdir. Ufak tefek değişimler Darwin’in belirttiği gibi ırsi değildir. Herhangi bir kalıtıma yol açmaz. Aşağıdaki alıntı Darwin’in arkadaşı Asa Gray’a yazdığı mektuptan çevrilmiştir. 22 Mayıs 1860

‘’Thwaites’in Hooker’a yazdığını gördüm ve söylenenlerden kalkarak diyorum ki, kitabımdaki en ciddi atlama, bütün biçimlerin inandığım gibi, gerektiği halde neden gelişmediğine ve basit organizmaların hala nasıl yaşayabildiğine açıklık getiremedi’’

Darwin’e göre tabii ayıklanmaya yaşayan varlıklarda sürekli bir ilerleme sağlar. İlerlemeyi organizmanın büyüyen karmaşıklığıyla karıştırır. Darwin Evriminin önemli bir yanını ihtiva etmektedir bu konu. Aslında geçip giden zaman boyunca hiç değişmeden ve hala basit organizmalar olarak yaşayan canlı biçimleri Darwin’i şaşkınlığa düşürmüştür.

Bugün mutasyon-doğum (mutapenesis) konusundaki en son bilgilerle kolayca açıklanacak bir olgudur bu. Her canlı varlık mutasyon doğumdan etkilenir, bununla birlikte ufak tefek değişmeler ilgili organizmaların kendi türlerinin çerçevesini terk etmesine sebep olmaz. Mesela zaman boyunca hiç değişmeden kalan ‘’hepten-süreğen (panchranic) denilen türleri çok iyi tanırlar zoologlar. Mavi deniz yosunları buna en iyi örnektir. Bu organizmaların en azından bir milyar yıldır var olduğunu düşünmek için her türlü sebep vardır ortada. Yine de onlar bir milyar yıl önce neyseler bugün de aynılar. Diğer bazı örnekler yüz milyonlarca yıldır hiç değişmeden kalabilen fero bakteriler, süngerler, yumuşakçalar ve opossum veya selekant ( coelacanth)  gibi hayvanlardır. 1938 yılında Güney Afrika sahili kıyıları açıklarında keşfedildiğinde büyük bir heyecan yaratmıştı selekant. Şöyle böyle 300 milyon yıl önce ortaya çıktığı sanılan 4-5 ayak uzunluğunda bir balıktır bu. Daha şu son zamanlara değin hemen hemen hepsi de sipariş üzerine bu balığın pek çok örnekleri yakalanmıştır. Çünkü Yerel Balıkçılar Selekantları tanınmaktadırlar. Bu balıkların incelenmesi daha pek çokları gibi Darwin tarafından ileri sürülen tabii ayıklanmayı reddeden bir türün anotomisi ve fizyolojisi üzerinde önemli bilgiler sağlamıştır.  Hem de aynı zamanda bu organizmalardan hiçbiri kaçınılmaz bir süreç olarak değişimlere uğramaktan geri kalmamışlardır. Darwin teorisini çürütmekte faydalanılan birkaç önemli noktayı daha yazacağız. 

Birincisi tabii ayıklanmayla kazanıldığı idda edilen asal özelliklerin o canlı üzerinde zararlı bir etkide bulunmaması gerekir. Yani kazanılan tek bir asal ırsi özelliğin bile aşırı derecede gelişmesi gibi kusurların ortaya çıkmaması ve ilgili hayvanlara veya bitkilere zarar vermemesi gerekiyor. Oysa bazı kozalakların sonunda karşı konulmaz bir şekilde, kendilerini yiyip bitirecek kıl kanatlıları çeken kimyasal bir bileşik ürettikleri herkesin bildiği bir gerçektir. Milyonlarca yıldır süregelmektedir bu işlem ve tabii ayıklanma sineklerin cam ve köknar ağaçlarını içten içe çürütmelerini önlemek için hiç de işe yaramamaktadır.

Aynı şekilde ceylan aşırı hızla düşmanlarından kaçıp kurtulabilmesine rağmen yine de toynakları kendisi koşarken yerde belli bir koku bırakan bezlere sahip türleri vardır bu hayvanın. Avını izleyen etobur bir hayvanın yapması gereken tek şey bu kokunun ardı sıra gitmektir. Diğer bir örnek ise kaçarken hayvana engel çıkaran boynuzların aşırı derecede büyümesidir. Hepimizin bildiği gibi geyiğin boynuzları ormandaki hareketlerini engellemektedir.

Ne yazık Darwin’in teorileri zarif ceylanı ya da geyiği korunmasız bırakıyor. Eğer tabii ayıklanma gerçekten var olsaydı selekant balığındaki –milyonlarca yıldır, değişmeden kaldığı araştırmalarla ispatlanan- asal özelliklerin kaybolup, selekanta daha fonksiyonel bir yapı kazandırması gerekmez miydi? Oysa gerçek, balıkların milyonlarca yıldır hiç değişmediğidir. Darwinizm’e ters düşen zoologlar ileri sürdükleri delilleri incelediğimizde herhangi bir hayvanda meydana gelen morfolojik bir değişimin yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu tespit etmek çoğu zaman epeyce zor olmaktadır.

Mesela yılanlar bütün bacaklarını yitirmişlerdir ama bu onların hiçbir zaman daha alt bir düzeye sokuldukları anlamına gelmez. Böyle durum karşısında ne hakla gerilmiş bir hayvandan söz edebiliriz. Tek bir yılan örneği bile durumu tam olarak açıklıkta ortaya koymaktadır ki yılanın bacakları kaybolmuştur ama karşılığında genel anatomisini etkileyen sayısız iç organlar ve iskeletinde önemli değişmeler meydana gelmiştir. Aslında Darwin’in evrimi açıklamakta ilk başta kendisinin bir başarısızlığa uğradığını aşağıdaki mektubundan yapılan alıntıyla yapabiliriz.

M. Vemet L’Evolution du Monde Vivant (Canlı Dünyanın Evrimi) adlı kitabında Darwin’in arkadaşı Thomas Thorton Esq’a yazdığı bir mektuptan söz eder.  Bu mektup Darwin’in başarısızlığa düştüğünün açık bir ifadesidir. Mektupta şunları yazmıştır Darwin; ‘’ Ama tabii ayıklanmaya inanıyorum tek bir durumda bile bir türün diğerine dönüştüğünü ispatlayabildiğimden değil, fakat (bana öyle geliyor ki ) sınıflandırma, embriyoloji, morfoloji, ilk ortaya çıkan organlar, jeolojik olayların sırası ve dağılımındaki bir yığın gerçekleri gruplandırıp, yeterli ölçüde açıklayabildiğinden…’’

Bu demektir ki, Darwin öne sürdüğü teorilerinin aksine tabii ayıklanmanın bir başka türe dönüşmeyen herhangi bir tür üzerindeki olabilir etkisiyle ilgili bulunduğundan pekala farkındaydı.

Yani tabii ayıklanma teorisinde ortaya atığı bir türün başka bir türe dönüşmesi olayına kendisi bile samimi olarak inanmıyordu. Gelecek sayımızda ünlü Amerikan dergisi Newsweek’in 11 Ocak 1988 tarihli sayısında kapak konusu olan ‘’ The Seach for Adam and Eve (Hz.Adem ve Hz. Havva için Araştırmalar)’’ yazısını sizlere sunacağız.

Bu bölüm İnsan Yayınları tarafından yayınlanan ünlü Fransız biyolog Maurice Bucaille’un ‘’İnsanın Kökeni Nedir?’’ adlı kitabından faydalanılarak yazılmıştır.  

EVRİM TEORİSİ ÜZERİNE (2) / BİZİM OCAK/  Şubat- 1990

En eski zamandan itibaren herhangi bir tür düzensizlik ve anarşi çıkartmaksızın gittikçe daha karmaşık bir yapı kazanan organizmalar meydana çıkarmaya başladı. (Her ne kadar biyolojik açıdan aşırı derecede karmaşık olsa da ) basit yapılara sahip canlıların varlığıyla özgünleşen bir veya iki milyar yıl sonra soyu tükenip gitmiş canlılar kadar hayvanlar dünyasının bugünkü üyelerini de kapsayan organik tipler gelişti.

Yüzbinlerce yıldır hiç değişmeyen canlılar olduğu gibi sürekli gelişmekte olan canlıların varlığı bu sürekli gelişmenin bir düzen içerisinde olduğunu gösterir. Mesela insanda kazanılmış davranışlar olarak akli melekler gelişirken bunun karşılığında doğuştan gelen davranışlar azalmıştır. Bütün bunlar tesadüfi bir değişmenin imkânsızlığını ortaya koyuyor. Önceden kestirilemez tesadüfi değişiklikler – tabii ayıklanmayla düzeltilse bile- mükemmel düzeydeki böylesi gelişmeleri asla sağlamış olamaz. Gelişmeler değişmelerin aynı anda ve artan bir organik karmaşıklığa ulaşacak şekilde koordineli olduğunu gösterir. Bilim bu olguyu tahlil edebilecek güçtedir. Belli bir sınıfın, belli bir sınıfa dönüşerek yeni bir sınıfın ortaya çıkarmasının imkânsızlığını veya bir türün başka bir türe dönüşmesinin imkânsızlığını bilmektedir bilim. Tabiattaki değişmeler koordineli bir şekilde ve yalnız bir yöne doğrudur. Bir bütün olarak ele alındığında hayvanlar dünyasındaki değişme hiçbir şekilde daha eski biçimlere dönüşme imkanı ortaya koymaz. Karmaşık yapılar daha basit bir duruma dönüşmez. Bunun yerine tam karşıtı bir durum ortaya çıkar. Bu bakımdan zamanla gelişmiş, yeni biçimleri geçişiz olan ve yeni fonksiyonlar gerektiren, yeni organizmalara sahip bulunan biçimleri hesaba katmak zorundayız. Öyleyse ister biçim, ister fonksiyon olarak olsun önceden var olmayan organizmaların yaratılmasından söz edebiliriz.

Bu arada hayvan davranışlarına bir göz atmak istersek, hayvanlarda her türün genetik koduna uygun bilgi kaydedebilmekte hayvanda bir robot gibi emre itaat etmekten başka bir iş yapmamaktadır. Bu davranışların pek çoğu kalıtsaldır. Mesela doğduklarından beri ormanda yaşamayan şempanzeler serbest bırakıldıklarında ağaçlarda nasıl bir gece sığınağın yapılacağını eksiksiz bilirler. Goriller kendi ana ormanlarında yılanları görünce her zaman ürperirler, aynı tepkiyi ölü bir yılanla karşılaştıklarında öyle ki ilk kez bir yılan görüyor olsalar bile yavru gorillerde gösterir. Bütün bunlar davranışın kuşkuya yer vermeyen örnekleridir. Hayvan DNA moleküllerinde özgü uyarıcılara kodlanmış cevap vermeye iten genlere sahip bulunduğundan belirli bir tepki göstermek zorundadır. 






Büyük Atalarımız Olarak Sunulanlar

İnsanın ilk ataları olarak sunulan fosillere şöyle bir bakacak olursak bunlarda bulunan birkaç anatomik özelliğin insanlarda bulunması bu fosillerin insanların ilk ataları olduğu anlamına gelmez. Birkaç kemik parçasından ibaret bulunan ‘’Ramapitekus’’ (Kenya’da Hindistan’da yaklaşık olarak 15 milyon yıl önce yaşadığı sanılıyor) ve ‘’Orepitekus’’ (12 milyon yıl önce yaşadığı sanılıyor). Beyin hacmi olarak çok büyük bir hacme ( 400 santimetreküp- günümüz insanında 1350 santimetreküp) sahiptir. İnsandan çok kısa, uzun bacaklı ve kesinlikle ormanda yaşamışlardı. Bunların insan olarak kabul edebileceğimiz hiçibr faaliyetleri yoktu. İnsan kolunun maymunsu nitelikler taşıyan organik bir biçim sürdüğü iddia edilmiştir. Bu hiç de kesin değildir çünkü biline en eski primatlar ağaçlardaki hayata özgü bir uyarlama gösteren niteliklere sahiptirler.  Bu nitelikler ne insanın anatomisinde vardır, ne de Ostralopiketus’un.

Eğer böyle bir ortak dal var olmuş olsaydı ilk maymunların çıkışından çok daha erken bir dönemde bir ayrılma meydana gelmeliydi. Şu halde demek oluyor ki, kala kala yine tahminlere kalıyoruz. Fakat kesin olarak bir şey var ki: İnsan pongidler gibi (şempanzeler, gorille, Orangutanlar vs) evrimleşmiş biçimler pahasına meydana gelmiş olamaz.

(Az rastlanan bir-iki istisna dışında) tüm maymunlarda ve büyük maymunlarda ortak olan son derece önemli iki asal özellik vardır. Hepsinin ağaçlarda yaşadığı ve bu nedenle son derece uzun ve gelişmiş ön ayaklara sahip bulundukları gerçeğiyle, iki ayak üzerinde duruş sergilemedikleri gerçeği. Ağaçlara tırmanamayan ve dağlık yörelerde yaşayan maymun türleri ve büyük maymunlar hala dört ayak üzerinde yaşamaktadırlar. Yalnızca şebekler iki ayak üzerinde durabilmektedirler. Fakat bunlarında ön ayakları uzun ve iyi gelişmiştir. Maymunları ve büyük maymunları oluşturan soyun bu iki ayırıcı niteliği insanda yoktur.

Büyük maymunlarla insanın anatomik özellikleri ilk bakışta büyük benzerlik gösterebilir. Fakat burada açık olan şey bu benzerleri gelişi güzel incelemekten çok her iki soyun yapısına inerek daha ayrıntılı olarak incelemek gerekir. Salt ekonomik benzerliklerinden dolayı insanın büyük maymunun bir soyu olduğunu söylemek saçmadır. Aynı özellikleri köpek, fare, kedi gibi hayvanlarda da görürüz. Aslında birçok hayvan türü arasında ortak özellikler vardır. (anatomik veya biyolojik açıdan). Bunun nedeni ise o hayvanların aynı genel yapıyı paylaşmasıdır. Mesela solunum yapan canlıların hepsinde akciğer alveolünün bulunması gerekir. Beslenme bir sindirim sistemiyle asalı bezlerin varlığını gerektirir ve bunların hepsi de benzer bir yapıya sahip olacaktır. Artık maddelerin yok edilmesi için böbrekleri bulunması gerekir.

İnsanın kendisine has olup da maymun soyunun hiçbirinde bulunmayan özelliklere bakacak olursak, fosili bulunan ilk maymun türünden günümüzdeki küçük-büyük maymun türlerine bakacak olursak hepsinin kafatası hacminin ortalama 400 santimetreküp ile 55 santimetreküp arasında değiştiğini görürüz. İnsanda ise 1350 santimetreküptür. Beyin gelişimi ile kafatası hacmi paralel gittiğine göre insanların beyni nitelik yönünden gelişmiştir. (yan insanın beyin hacmi aynı kalmış fakat insanların beyin özellikleri zamanla daha çok kullanmaya başlamışlardır.

Kafatası ile ilgili diğer bir meselede arka kafa büyük değildir. Maymunlarda kendisiyle beynin omuriliğe dayandığı arka kafa kemiğindeki büyük delik arka kafa kemiğinin alt kısmında yer alır. İnsan da ise daha öndedir, bu da demektir ki başın ağırlığının merkezi, insan iki ayak üzerindeyken kafatasını alttan tutan boyun dikey ekseniyle hemen hemen çakışma halindedir. Yani sanki baş boyun üzerinde dengelenmiş gibidir. Kafatası kemiği maymunlarda dikey olduğu halde, insanlarda yataydır. İnsanın iki ayak üzerinde yürümesi ve dik olarak durması onun genetik mirasında var olduğu içindir. Yoksa doğuştan olduğu karakterler değildir. Anatomik yapısı bu özge fonksiyona uyarlanmış da olsa çocuk daima yürümesini öğrendikten sonra yürür.

Mitokondriye DNA’sının Sırrı ve İlk Kadın (Hz.Havva)

Batılı bilim insanları ve araştırmacılar yaptıkları deneyler ve buldukları sonuçlar karşısında şaşkınlığa düştüler. Yapılan araştırmalar sonucunda insanların ilk annesinin tek bir kadına doğru gittiğini ispatlıyor. Araştırmalar nasıl yapıldı? Dünyadaki değişik milletlerin kadınlardan dört yüz kadarı özel bir incelemeye alındı. Bunların genetik yapısı, annelerinin ve kız çocuklarının genetik yapısı incelendi. Özellikle mitokondriyom DNA’sının bütün hepsinde hiçbir değişime uğramaksızın aynı olduğu ve nesilden nesile aktarıldığı görüldü. Mademki bütün kadınlardaki mitokondriyom DNA’sı birbirinin aynısıydı niçin insanlar tek bir anneye dayanmasın? İnsan hücrelerinde iki tür DNA vardır. Birincisi çekirdek DNA’sı anne ve baba DNA’larının karışımı bir karışım olan ve ırsi özellikler gösteren çekirdek DNA’sı, ikincisi ise, yalnızca annede bulunan ve hiçbir değişime ve karışıma uğramayan aynı zamanda ırsi özellikler gösteren mitokondriyom DNA’sı.

Moleküler biyoloji ve genetik alanında yapılan milletler arası çalışmalarda bilim adamlarının ellerindeki tasnif edilmiş milletlerarası DNA modelleri ve izleri onlara öncülük etti ve böylece hepimizin bir kadının torunları olduğumuz ortaya çıktı. Harvard Üniversitesi paleontolog ve deneme yazarlarından Stephen Jay aynen şöyle demektedir:

‘’Şunu belirtmemiz gerekir ki bütün insanların mevcudiyeti tüm dış görünüş farklılıklarına rağmen bir yerde orijinal olan tek bir canlının (insanın) gerçek torunlarıyız. ‘’  Burada biyolojik kardeşliğin bir çeşidi vardır ki bu bizim anladığımızdan çok daha derin manadadır.

Bilim dünyası artık Darwin’in Evrim Teorisi’ni ciddiye almıyor. Onlarda inanıyorlar ki, insanlar ortak bir atadan meydana gelmişlerdir. Bir türden başka bir türe dönüşüm yoktur. Artık bilim insanlarını ilk insanın nerede yaşadığını ne yaptığı ilgilendiriyor.

Bu bölüm 11 Ocak 1988 tarihli Newseek dergisinden ve bir önceki sayımızdan bahsettiğimiz Maurice Bucaille’nin, İnsan Kökeni Nedir? , adlı kitabından faydalanılarak yazılmıştır.

Bilim Dünyasından Bunları Biliyor Muydunuz?

1.     Charles Darwin’in kadınları emin olan, zayıf bedenli ve geri zekâlı yaratıklar olarak gördüğünü ve Evrim Teorisi’ni buna dayandırdığını.

Charles Darwin  (The Descent of Man) İnsanın Kökeni, adlı kitabı.

2.     Descartes’in insanı bir makina ve organlarını da makinanın bir parçası olarak gördüğünü.

3.     Einstein’in materyalistlerle adeta dalga geçercesine aşağıdaki sözü söylediğini

 ‘’ Evrendeki hiçbir şey tesadüfi değildir. Çünkü Allah ar atmaz.’’



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sayın Mustafi Başbakan

En tehlikeli Örgütler Sabetyacılık+Kadıyanîlik +Haşhaşilik ve Opus Dei=FETÖ