Bir İdeolojik Dayatma olarak "Evrim" Teroisi
34 yıl önce, Bizim Ocak dergisinde (Ocak-Şubat 1990) yayınladığım "Evrim teorisi ve İlk insanın Doğuşu" başlıklı yazımı, bugün bir kaç alıntı yaparak, yeniden yayınlamayı uygun gördüm. "Güçlü olan Zayıf olanı ezme hakkına sahiptir," çünkü doğada da kurallar böyle işler(!) anlayışı üzerine bina edilmiş olan Batı emperyalizmi, Darwin'in Evrim teorisini "ideolojik bir aygıta" dönüştürerek, yıllar boyu büyük bir algı operasyonu yürütmüştür. Evrim teorisi, bizzat biyoloji, antropoloji vs gibi, bilim dallarındaki bilim adamları tarafından, ideolojik hegemonyasına son verilerek, tarihteki yerine oturtulmuştur.
Düşünür Salih Mirzabeyoğlu, Darwinizmin ideolojileştirilmesini ve insanı ve evreni mekanik bir determinizme sokmasını şöyle izah eder:
Darwinizm, hayat fizyolojik mekaniktir
İki Büyük Devrim
18. ve 19’uncu yüzyılda hayatla ilgili kavramlar mekanik formüller gibi ele alındı zihin ve iradeyle ilgili olanlar da biri de Darwinizm…
Müşahede ve tecrübeye dayanan tabiat ilimleri 19. yüzyılın ilk yıllarında biyoloji alanını istilâ etti – Darwin hayatı fizikî zorunlulukla izâh basit maddeye ircâ etti
–fizyoloji mekanik oldu– kendi başına hareket kabiliyetli bağımsız bir fert olan insan bedeni kilim deseni gibi çevre şartlarına artık hareket eden organizma değil onu saran çevredir - hürriyet yok hususîlik yok kendini hayata uydurmak demek maddî çevrenin bize sızmasına hâkim olmasına izin vermek demek kendini çevreye uyarlamak teslim olma ve vazgeçmedir
Darwin - dünya üstünden kahramanları silip atmıştır ve makineleşmiş şehirlerin kasvetli manzarasında uyarlanmış robotların çağı insan - hayatını bizzat robotların yönetmesi eşiğinde!
…………………….
Makine eski Yunanca’da “oyuncak” demek!
Esatir ve Mitoloji, 29. Bölüm, Salih Mirzabeyoğlu, Baran dergisi 152. sayı, 10 Aralık, 2009
Aşağıdaki alıntı, Düşünür ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu'nun konuyla ilgili olarak, Alman düşünür Hartmann'ın görüşlerinin bir değerlendirmesidir. En altta ise, benim yazımın dergi sayfası halindeki hâlini okuyabilirsiniz.
**
Her varlık basamağının kendine mahsus kural ve kanunları vardır ve bunlar öteki basamaklarda işlemez... Bununla beraber, basamaklar arasında münasebetleri düzenleyen kategoriler de vardır ve Hartmann bunlara "kategorial kurallar" diyor.
Varlık basamaklarında bir de derece düzeni vardır ve birbirlerine göre büyük farklılıklar taşır. Meselâ, üst basamaktaki kemâl ve olgunluk derecesi, alt basamaktakinden daha değişiktir; buna mukabil, aşağı bir basamak kendinden üstün basamaktan daha çabuk ve kolay olgunluğa erişir. Neticede: Varlık basamaklarının en üstünde bulunan insan, en az olgun bulunandır... Meselâ, onda örf ve adet kemâli, hiçbir zaman böbreklerinin olgunluğuna ulaşamaz; o insiyak ve otomatlığa...
Hartmann bu vakıayı, şu sebebe bağlıyor: Yüksek varlık basamaklarındaki varlıklar, olgun hâle gelmek için daha çok şeye ihtiyaç duyarlar... Her basamağın kendine mahsus yeter bir kemâl derecesi vardır ve her yüksek basamağın kendinden aşağı basamağın kategorisinden farklı ve yenimuhtevası vardır. Hartmann bu yeni şeye "novum-yarık-ayrık" adını veriyor: "Kategorik yarıklar-ayırımlar olmadan varlık basamaklarının yükseklik farkı da olamaz!"... Meselâ, kendi kendini düzenleme istidadı uzvî basamağa hastır, sorumluluk istidadı ise mânevî basamağa mahsus birer "yarık-ayırım"dır. Her varlık basamağı kendine has yarıklarla ötekilerden ayrılır ve aşağı basamaklardaki kimi kategorilerin kendilerine uzanmasına rağmen bağımsızlıklarını korurlar.
Yukarı basamağın varlığı, ancak aşağı basamağın taşıyıcı yapısı üstünde mümkündür; ama bu, yüksek basamağın aşağı basamak tarafından belirlendiği mânâsına gelmez. Yüksek basamağı aşağı basamaktan ayıran ve onun üstüne koyan ona mahsus "kategorial yarık"tır.
Hartmann "tekâmül nazariyesine de karşı çıkar ve bu mevzuda şöyle der:
— "Tekâmül düşüncesi, kâinatın tek bir kaynaktan çıktığını farzediyor. Bütün neviler tek kaynaktan çıkmışsa, elbette kendiliklerinden birbirlerine bağlanacaklar ve bir birlik oluşturacaklardır. Tekâmül düşüncesi, kâinatın tek kaynak olarak maddeden veya Allah'tan çıktığını düşünebilmek ihtiyacından doğuyor. Lâkin böyle bir düşünce, havada ve sallantıda kalır; çünkü, bunu ne hâdiseler delillendirip isbatlıyor, ne de bunu kabul ettirecek kablî-peşin bir sebeb var. Varlık basamaklarının birbirinden çıktığını düşlemek, onlara ne bir şey katar, ne de bir şey eksiltir; olsa olsa, varlık basamaklarına gereksiz yere metafizik bir yük getirir... Oysa "Varlık bilim" düşüncesi bunu taşıyamaz, bir buçuk yüzyıldan beri yerinde sayması da bu yüzdendir. Bundan dolayı da varlık bilim düşüncesine, bu yükün atılmasıyla başlanılmalıdır!"
Hartmann'a göre, neticede, tekâmül de düşüş de, peşin bir kabul edişten ibaret kalıyor.
(Kaynak: Madde Nedir, sayfa: 77-78)
EVRİM TEORİSİ VE İLK İNSANIN DOĞUŞU
1 / Bizim Ocak/ Ocak-Şubat 1990
Bu
yazı dizimizde çeşitli yabancı ve yerli kaynaklardan faydalanarak Evrim
teorisinin ilmi bir eleştirisini ve ilk insanın (Hz. Adem) genetik yapısıyla
günümüz insanının genetik yapısını inceleyen bilim adamlarının araştırmalarını
sunacağız. Burada yazacağımız makaleler bu konuda ihtisas yapmış ünlü bilim
adamlarının araştırmalarını ihtiva edecektir.
İnsanlardan
binlerce yıldan beri kendi kökeninin ne olduğu sorusunu cevap arıyorlar. Bu
konudaki bilgileri mensup oldukları dinin açıklamaları veya çeşitli felsefi
sistemlerden alınan önermelerden oluşuyor. Ancak 19. Yüzyılda gerek bilimin baş
döndürücü hızıyla gerekse materyalist fikirlerin etkisiyle ilk defa ciddi olarak
inançları sarsılıyor. Bilimin her meseleyi çözebileceğinin iddia edildiği bir
dönemde (ki bu düşünce bizzat bilimin kendisi tarafından yakın zamanda
yıkılmaya başladı) İngiliz tabiat bilimcisi Charles Darwin’in bir dizi araştırmalarını
ihtiva eden ve 1859 yılında yazmış olduğu ‘’ Türlerin Kökeni’’ adlı kitabı
büyük bir sarsıntıya yol açtı. Darwin kitabında ilk insanın maymundan
yüzbinlerce yıl içerisinde evrimleşerek insan türünü ortaya çıkardığını iddia
etti.
Bu
ifade başta Karl Marks olmak üzere o dönemin bütün materyalistlerinin ve din
düşmanlarının elinde adeta bir bayrak oldu. Ancak son otuz yılda yapılan
araştırmalar kalıplaşmış birçok düşünceyi yıktı ve bilimin putlaştırılmasını
bizzat bilim önledi. Evrim teorisi de bundan nasibini aldı. Evrim teorisini
daha iyi tenkit edebilmek için bizzat Darwin tarafından yazılan mektup ve kitap
alıntılarıyla, Evrim teorisini desteklediği iddiasıyla ortaya çıkan birkaç
teoriyi de kısaca açıklayacağız.
İlk Basit Canlının Ortaya Çıkışı
Günümüzde
bazı biyologlara göre hayat olgusu hakkında her şey çözülmüş olup, bu konuyu
daha fazla araştırmaya gerek yoktur. Bu kişilere göre uygun bir ortamda fiziki
tesirler sebebiyle bileşiklerin organize bir biçimde aynı anda bir araya getirilip
birleştirilmesiyle hücre dediğimiz ilginç kompleksi, hatta basit canlıları
üretebiliriz. Bu ifadeyi biraz genişletecek olursak şöyle bir sonuç ortaya
çıkar. Belirli şartlarda basit bir organizmanın tesadüfen oluşması: Yüksek bir
ısıda aynı anda demir cevheri ve kömürden oluşan çelik parçacıklarının,
maddeleri uygun düzlemde bir araya getiren mutlu tesadüfler yoluyla Eyfel
kulesinin yapımında kullanılan maddelerin birleşme oranını insan ayarlamıştır.
Basit de olsa yapısı Eyfel Kulesi’nden daha karmaşık olan ilkel canlıyı
oluşturan bileşiklerin birleşme oranını kim ayarlamıştır?
Bu
konuda en aktüel örnek 1953 yılında Stanley Miller’in yapmış olduğu ve Nobel
ödülü aldığı araştırmasıdır. Miller’e göre buhar metan, amonyak ve
di-hidrojenden oluşan bir gaz atmosferinde elektrik kıvılcımları kullanarak
hücre proteinlerindeki amino asitler gibi (hücrenin temel yapı taşlarıdır,
yapısında hidrojen, azot, karbon ve amonyak vardır) karmaşık kimyasal
bileşikler elde edebiliriz. Oysa bu tür deneylerin parçacıkların bir araya
gelmesini açıklaması bir yana, 3 milyar yıl önce bu tür gazların var olduğunu
kabul etsek bile tesadüfen basit bir canlıyı yaratacak orana nasıl ulaşıyorlar,
bu gazların birleşme oranını kim ayarladı. İşte günümüz bilim insanları bu
sorulara cevap arıyor.
Modern
biyolojide tabiattaki tüm canlılar belirli bir sınıflandırmaya tabii
tutulmuşlardır. Modern sınıflandırmanın babası Carl Linnea’dır. Linnea,
canlıları tekilden tümele doğru sınıflandırmıştır. Günümüzde canlılar beş ana
bölüm halinde sınıflandırılabilir. Bunlar: Monera: Tek hücreli çekirdeksiz,
basit canlılar (bakteriler gibi),
Protista: Tek hücreli çekirdekli basit
canlılar,
Fungi:
Tek hücreli, çekirdekli bitkiler gibi kendi besinini kendi yapan (fotosentez)
basit canlılar,
Plantae (Bitkiler): Çok hücreli, çekirdekli,
(kendi besinini kendi yapabilen, karmaşık yapıya sahip canlılar,
Animale(Hayvanlar):
Çok hücreli, çekirdekli ve karmaşık bir yapıya sahip canlılar.
Beş
ana başlık altında toplanan tüm bu canlılar kendi aralarında sistematik bir
sınıflandırmaya tabii tutulular. Bu sınıflandırma;
Alem
Şube
Sınıf
Takım
Familya(Aile)
Grup
Tür ‘
şeklindedir.
Türler
hem kolektif hem de kendilerine has nitelikleri taşırlar. Türlerin bir araya
gelmesiyle gruplar oluşur, gruplar familyaları, familyalarda takımları meydana
getirir. Aşağıdan yukarıya doğru çıkıldıkça her ortak özellikler dikkate
alınır. Mesela takımların bir araya gelmesiyle sınıflar ortaya çıkar. Her sınıf
kendi sınıf ve şubesinin genel özelliklerini tanımakla birlikte, yine de açıkça
farklılaşmış çok sayıda sistemler ihtiva etmektedir. Şubeler alemleri ortaya
çıkarır, alemler topluluğu ise canlıların tümünü ihtiva eder. Burada tür
kavramı üzerinde özellikle duracağız.
Tür
benzer özellikleri taşıyan iki canlının birleşmesinden yeni bir canlı türünün
meydana gelmesiyle oluşur. Kısaca özetleyecek olursak tavuklar, ördekler,
kazlar, atlar, eşekler gibi canlıların hepsi birer ayrı türdür.
Evrim Fikrinin Ortaya Çıkışı
Evrim
fikrinin babası aslında Fransız biyolog Lamark’tır. Onun ortaya attığı teori
etkisi çok kısa sürmekle beraber evrim fikri ilmi olarak tartışılır ve
konuşulur oldu. Lamark ‘’ yalnızca
geçici olarak değişmez olarak türlerin görece değişebilmezlikleri’’ni
göstermişti. Teorisini şöyle açıkladı: ‘’Hayat
şartlarının değişmesi türlerde büyüklük, biçim, çeşitli parçalar arasındaki
oran, renk, sağlamlık, çeviklik, çalışkanlık vs bakımından değişmeler ortaya
çıkarabilirdi’’ Çevre şartlarındaki değişmeler ihtiyaçları değiştirir,
yenilerini getirir. Bazı organların daha çok kullanıp gelişmesine, bazı
organların ise kullanılmayıp körelmesine sebep olur. Kullanılmayan bu organlar
zamanla ortadan kalkar. Değişen çevre şartlarının canlılarda yaptığı bu
değişiklikler ırsiyet (kalıtım) yoluyla soydan soya geçer.
Bu
iddiaya çok aktüel birkaç örnek verebiliriz. Çin’de kadınların ayaklarının daha
küçük ve güzel olmalarını sağlamak için demirden yapılan dar bir ayakkabı
giydirmeleri ve bu sayede bu kadınların kız çocuklarının da doğuştan küçük
ayaklı olacakları inancı güzel bir örnektir. Diğer bir örnek ise sportmen bir
anne veya babanın çocuğunun da doğuştan sportmen olacağı iddiasıdır. Lamark’ın
teorileri her ne kadar tutarsız ve kabul edilemez olsa da (ileride evrim
teorisinde de görebileceğiniz gibi) bir gerçek payı vardır ki, o da insanların
daha çok kullandıkları organları diğer organlarına göre daha çok gelişmiştir.
Mesela basketbolcunun kollarının ve bacaklarının diğer organlarına daha
gelişmiş olması, piyanistlerin parmaklarının gelişmesi ve duyma
hassasiyetlerinin artması, yazarların ellerinin ve gözlerinin diğer organlarına
göre daha fonksiyonel olması gibi. Burada kabul edilemez nokta sonradan
kazanılan bu özelliklerin ırsiyet yoluyla soydan soya geçeceği teorisidir.
Darwinizm veya Evrim Teorisi
Charles
Darwin, İngiliz Tabiat Bilimcisi. 1831-1836 yılları arasında Becagie gemisiyle
Güney Atlantik ve Pasifik Okyanusları’nda dolaştı. Bu gezi ona değişik
kıtalarda gözlem yapmak için büyük bir imkân sağladı. Bu gözlemleri sonucunda ‘’tabiat da değişmezliğin olmadığı’’
fikrine vardı. Her şeyin değiştiğini ve ancak tabiattaki şartlara uyum
sağlayabilenlerin hayatta kalabileceğini öne sürdü. Bu fikrini de ‘’ tabii
ayıklama-natural selection-‘’ teorisiyle ifadeleştirdi. Darwin’e göre madem ki,
insanlar bir türe mensup ve belirli üstün özellikleri olan bir çift hayvandan
daha çok verimli bir hayvandan daha çok verimli bir hayvan elde
edebiliyorlardı. Niçin tabiat da böyle bir ayıklamayı canlılar üstünde
denemesindi? Aşağıdaki alıntı Darwin’in ‘’Türlerin
Kökeni Üzerine’’ adlı kitabından alınmıştır.
‘’ İşte insanların nüfusu ayrı bir
kalabalığa ulaştığından fertler arasında fiziki hayat şartlarından dolayı bir
var olma kavgası vardır. Mademki insanda yararlı değişiklikler meydana geliyor,
büyük bir karmaşası hayat kavgasında herhangi bir şekilde hep bir varlık için
faydalı olan başka değişikliklerin gelip geçen binlerce kuşak içinde de ortaya
çıkması düşünülemez mi? Eğer böyle şeyler oluyorsa (yaşayabilme imkânı
olanlardan çok daha fazla insanın doğduğu hatırdan çıkarmayarak) başkaları
üzerinde küçücük veya önemsizde olsa herhangi bir avantaja sahip bireylerin
ayakta kalmak ve kendi türlerini devam ettirebilmek için en iyi şansa sahip
olmaları düşünülemez mi? Bununla birlikte en az derecede yaralayıcı
değişikliğin sertçe giderileceğinden de emin olabiliriz. İşte bu şekilde
elverişli değişikliklerin korunması ve yaralayıcı değişikliklerin giderilmesine
tabii ayıklama diyorum’’
Darwin’e
göre belirli bir türe ait bireylerde görülen asal özelliklerin sayısında geniş
bir değişkenlik bulunmaktadır. Bu görüşünü desteklemek için Lamark’ın
delillerine benzer deliller ortaya koymuştur. Yine Darwin’e göre canlı
bünyesindeki çoğalcı hücrelerde (mesela insanın beyni ve diğer birkaç organı
dışındaki organların hücreleri sürekli yenilenir, çoğalır) değişmektedir. Tabii
ayıklanma teorisine göre yeni kazanılmaz özelliklerin ırsi olması fikri çok
büyük önem taşımaktadır. Irsi olarak kazanılan yararlı özellikler tabii
ayıklanmayı kendi lehlerine çevirip bu yönden zayıf olanlara karşı üstünlük
sağlayacaklardır.
Darwin’e
göre bir dizi hayvanlar çiftleşme döneminde en güçlüsünü seçer, buda tabii
ayıklanma sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Darwin tabii ayıklanma
teorisini ortaya atarken bir Angalikan kilisesi rahibi olan ve ekonomi ve nüfusla
yakından ilgilenen Thomas Maltus’dan etkilenmiştir.
Malthus’a
göre insanların sayısı geometrik olarak artmakta buna karşılı besinlerin
(bitkilerin) sayısı da sayısı da aritmetik olarak artmaktaydı. Besin azlığından
dolayı insanlar arasında sürekli hayat mücadelesi vardı. Yalnızca çok güçlüler
çok üretebilenler yaşamaya alışıktı. Tabiatın daha az yüzlerine baktığı
insanlar ise yok olmaya mahkûmdular.
Malthus
kitabını 1798 yılında yazmıştı. O dönemde kendini insanlar üzerinde oldukça
hissettiren Avrupa kapitalizminin toplum üzerinde yaptığı olaylardan
etkilenerek fikir ve görüşlerini belirtti. Darwin, Malthus’un önerilerinde
ilginç fikirler görüyordu. O zayıflar pahasına en uygun ve en yeteneklilerinin
ayakta kalmasını sağlayan ve bizzat tabiatın kullandığı bir ayıklama işlemi
varsayımını insanlara kullanıverdi.
Darwin’in
tabii ayıklanma teorisi Karl Marks’ı temelden etkiledi. Bu teori temel
kurallarıyla ortadaki insanlardaki dini inancı ortadan kaldırmak için bu
teoriyi malzeme olarak kullandı. Böylece bu teori ilmi olmaktan çıkıp siyası
bir malzeme olarak kaldı. Biz burada Darwin teorisini eleştirmeye başlarken
Fransız Biyologlar P.P. Grasse ve Maurice Bucielle’nin araştırmalarından
yararlanacağız.
Bu
arada gerçek olan bir şey var ki, oda yaralı, sakat veya önemli bir özrü
bulunan bitki veya hayvanları eğer özel bir bakıma alınmazlarsa ortadan kalkan
ilk canlılar olacaklardır. Fakat bu demek değildir ki, tabiattaki ayıklanma
yalnızca en güçlü ve en sağlıklının ayakta kalmasını sağlar. Eğer belli bir
bölgede yaşayan hayvanları gözlersek, aynı olmasa hemen hemen her yerde belli
bir denge sistemi olduğunu fark ederiz. Bölgenin bir tarafını bir tür
kaplamışken, diğer tarafını ise başka bir türün kapladığını görürüz. Belli tek
bir topluluk içinde herhangi bir sebepten dolayı bir ayıklanma olsa veya o
topluluğun ortadan kalkmış olmasa bile, ‘’ aşırı iklim değişiklikleri, afetler
seller, erozyon, ırmaklarda ve denizlerde görülen kirlenmeler, deprem vs’den
dolayı ‘’ tabiatın etkisine kalan o topluluğun tabiat tarafından özel olarak
seçildiği anlamına gelmez.
Grasse’ında
belirttiği gibi gerçek olan bir şey var ki, ölüm hiçbir zaman herhangi ayrımda
bulunmaz. Ölüm, Darwin’in bizden öyle düşünmemizi istediği gibi hiçbir zaman en
zayıfı alıp en güçlüyü bırakmaz. Grasse’e göre hayvanlar arasındaki mücadelede
kazanan hep güçlüler değildir. Kazananların yüzdesi şans ve ortam gibi çeşitli
faktörlere bağlıdır. Dişi hayvanın her zaman en güçlü hayvanı seçtiği iddiası
oldukça gerçek dışıdır. Çünkü böylesi karşılaşmalarda şans öğesi ferdi
tercihleri aşar.
Evrim teorisinde Darwin, daha önce de
belirttiğimiz gibi tabii ayıklanma insanların hayvanlar arasında yaptığı suni
ayıklanmaya benzemişti.
Oysa
insanların evcil hayvanlar üzerinde yaptığı suni ayıklanma yeni, değişik bir
tür meydana getirmez, yalnızca o türün daha gelişmiş daha verimli bir ferdi
elde edilir. Yani bir örnek verecek olursak, bugünün yumurta verimi en yüksek
tavuğuyla türünün en iyisi bir horozu çiftleştirdiğimizde elde edeceğimiz
hayvan türü yine tavuk veya horoz olacaktır. Yoksa bir kaz veya ördek edemeyiz.
Ayrıca
insanların yaptığı bu suni ayıklanma aynı türden yeni ve başka organlara sahip
bir canlı ortaya çıkaramaz.
Burada
Darwin teorisine verilebilecek en güzel örnek; belli değişimlerden geçtikleri
halde milyonlarca yıldır kendi türlerinin asal özelliklerini koruya gelen
organizmalardan kolon basilleri ve drozofillerdir. Ufak tefek değişimler Darwin’in
belirttiği gibi ırsi değildir. Herhangi bir kalıtıma yol açmaz. Aşağıdaki
alıntı Darwin’in arkadaşı Asa Gray’a yazdığı mektuptan çevrilmiştir. 22 Mayıs
1860
‘’Thwaites’in Hooker’a yazdığını
gördüm ve söylenenlerden kalkarak diyorum ki, kitabımdaki en ciddi atlama,
bütün biçimlerin inandığım gibi, gerektiği halde neden gelişmediğine ve basit
organizmaların hala nasıl yaşayabildiğine açıklık getiremedi’’
Darwin’e
göre tabii ayıklanmaya yaşayan varlıklarda sürekli bir ilerleme sağlar. İlerlemeyi
organizmanın büyüyen karmaşıklığıyla karıştırır. Darwin Evriminin önemli bir
yanını ihtiva etmektedir bu konu. Aslında geçip giden zaman boyunca hiç
değişmeden ve hala basit organizmalar olarak yaşayan canlı biçimleri Darwin’i
şaşkınlığa düşürmüştür.
Bugün
mutasyon-doğum (mutapenesis) konusundaki en son bilgilerle kolayca açıklanacak
bir olgudur bu. Her canlı varlık mutasyon doğumdan etkilenir, bununla birlikte
ufak tefek değişmeler ilgili organizmaların kendi türlerinin çerçevesini terk
etmesine sebep olmaz. Mesela zaman boyunca hiç değişmeden kalan ‘’hepten-süreğen (panchranic) denilen
türleri çok iyi tanırlar zoologlar. Mavi deniz yosunları buna en iyi örnektir. Bu
organizmaların en azından bir milyar yıldır var olduğunu düşünmek için her
türlü sebep vardır ortada. Yine de onlar bir milyar yıl önce neyseler bugün de
aynılar. Diğer bazı örnekler yüz milyonlarca yıldır hiç değişmeden kalabilen
fero bakteriler, süngerler, yumuşakçalar ve opossum veya selekant ( coelacanth) gibi hayvanlardır. 1938 yılında Güney Afrika
sahili kıyıları açıklarında keşfedildiğinde büyük bir heyecan yaratmıştı
selekant. Şöyle böyle 300 milyon yıl önce ortaya çıktığı sanılan 4-5 ayak
uzunluğunda bir balıktır bu. Daha şu son zamanlara değin hemen hemen hepsi de
sipariş üzerine bu balığın pek çok örnekleri yakalanmıştır. Çünkü Yerel
Balıkçılar Selekantları tanınmaktadırlar. Bu balıkların incelenmesi daha pek
çokları gibi Darwin tarafından ileri sürülen tabii ayıklanmayı reddeden bir
türün anotomisi ve fizyolojisi üzerinde önemli bilgiler sağlamıştır. Hem de aynı zamanda bu organizmalardan
hiçbiri kaçınılmaz bir süreç olarak değişimlere uğramaktan geri kalmamışlardır.
Darwin teorisini çürütmekte faydalanılan birkaç önemli noktayı daha yazacağız.
Birincisi tabii ayıklanmayla kazanıldığı
idda edilen asal özelliklerin o canlı üzerinde zararlı bir etkide bulunmaması
gerekir. Yani kazanılan tek bir asal ırsi özelliğin bile aşırı derecede
gelişmesi gibi kusurların ortaya çıkmaması ve ilgili hayvanlara veya bitkilere
zarar vermemesi gerekiyor. Oysa bazı kozalakların sonunda karşı konulmaz bir
şekilde, kendilerini yiyip bitirecek kıl kanatlıları çeken kimyasal bir bileşik
ürettikleri herkesin bildiği bir gerçektir. Milyonlarca yıldır süregelmektedir
bu işlem ve tabii ayıklanma sineklerin cam ve köknar ağaçlarını içten içe
çürütmelerini önlemek için hiç de işe yaramamaktadır.
Aynı şekilde ceylan aşırı hızla
düşmanlarından kaçıp kurtulabilmesine rağmen yine de toynakları kendisi
koşarken yerde belli bir koku bırakan bezlere sahip türleri vardır bu hayvanın.
Avını izleyen etobur bir hayvanın yapması gereken tek şey bu kokunun ardı sıra
gitmektir. Diğer bir örnek ise kaçarken hayvana engel çıkaran boynuzların aşırı
derecede büyümesidir. Hepimizin bildiği gibi geyiğin boynuzları ormandaki hareketlerini
engellemektedir.
Ne yazık Darwin’in teorileri zarif
ceylanı ya da geyiği korunmasız bırakıyor. Eğer tabii ayıklanma gerçekten var
olsaydı selekant balığındaki –milyonlarca yıldır, değişmeden kaldığı
araştırmalarla ispatlanan- asal özelliklerin kaybolup, selekanta daha
fonksiyonel bir yapı kazandırması gerekmez miydi? Oysa gerçek, balıkların
milyonlarca yıldır hiç değişmediğidir. Darwinizm’e ters düşen zoologlar ileri
sürdükleri delilleri incelediğimizde herhangi bir hayvanda meydana gelen morfolojik
bir değişimin yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu tespit etmek çoğu zaman epeyce
zor olmaktadır.
Mesela yılanlar bütün bacaklarını
yitirmişlerdir ama bu onların hiçbir zaman daha alt bir düzeye sokuldukları
anlamına gelmez. Böyle durum karşısında ne hakla gerilmiş bir hayvandan söz
edebiliriz. Tek bir yılan örneği bile durumu tam olarak açıklıkta ortaya
koymaktadır ki yılanın bacakları kaybolmuştur ama karşılığında genel
anatomisini etkileyen sayısız iç organlar ve iskeletinde önemli değişmeler meydana
gelmiştir. Aslında Darwin’in evrimi açıklamakta ilk başta kendisinin bir
başarısızlığa uğradığını aşağıdaki mektubundan yapılan alıntıyla yapabiliriz.
M. Vemet L’Evolution du Monde
Vivant (Canlı Dünyanın Evrimi) adlı kitabında Darwin’in arkadaşı Thomas Thorton
Esq’a yazdığı bir mektuptan söz eder. Bu
mektup Darwin’in başarısızlığa düştüğünün açık bir ifadesidir. Mektupta şunları
yazmıştır Darwin; ‘’ Ama tabii ayıklanmaya inanıyorum tek bir durumda bile bir
türün diğerine dönüştüğünü ispatlayabildiğimden değil, fakat (bana öyle geliyor
ki ) sınıflandırma, embriyoloji, morfoloji, ilk ortaya çıkan organlar, jeolojik
olayların sırası ve dağılımındaki bir yığın gerçekleri gruplandırıp, yeterli
ölçüde açıklayabildiğinden…’’
Bu
demektir ki, Darwin öne sürdüğü teorilerinin aksine tabii ayıklanmanın bir
başka türe dönüşmeyen herhangi bir tür üzerindeki olabilir etkisiyle ilgili
bulunduğundan pekala farkındaydı.
Yani
tabii ayıklanma teorisinde ortaya atığı bir türün başka bir türe dönüşmesi
olayına kendisi bile samimi olarak inanmıyordu. Gelecek sayımızda ünlü Amerikan
dergisi Newsweek’in 11 Ocak 1988 tarihli sayısında kapak konusu olan ‘’ The Seach for Adam and Eve (Hz.Adem ve
Hz. Havva için Araştırmalar)’’ yazısını sizlere sunacağız.
Bu
bölüm İnsan Yayınları tarafından yayınlanan ünlü Fransız biyolog Maurice
Bucaille’un ‘’İnsanın Kökeni Nedir?’’
adlı kitabından faydalanılarak yazılmıştır.
EVRİM TEORİSİ ÜZERİNE (2) / BİZİM
OCAK/ Şubat- 1990
En
eski zamandan itibaren herhangi bir tür düzensizlik ve anarşi çıkartmaksızın
gittikçe daha karmaşık bir yapı kazanan organizmalar meydana çıkarmaya başladı.
(Her ne kadar biyolojik açıdan aşırı derecede karmaşık olsa da ) basit yapılara
sahip canlıların varlığıyla özgünleşen bir veya iki milyar yıl sonra soyu
tükenip gitmiş canlılar kadar hayvanlar dünyasının bugünkü üyelerini de
kapsayan organik tipler gelişti.
Yüzbinlerce
yıldır hiç değişmeyen canlılar olduğu gibi sürekli gelişmekte olan canlıların
varlığı bu sürekli gelişmenin bir düzen içerisinde olduğunu gösterir. Mesela
insanda kazanılmış davranışlar olarak akli melekler gelişirken bunun
karşılığında doğuştan gelen davranışlar azalmıştır. Bütün bunlar tesadüfi bir
değişmenin imkânsızlığını ortaya koyuyor. Önceden kestirilemez tesadüfi
değişiklikler – tabii ayıklanmayla düzeltilse bile- mükemmel düzeydeki böylesi
gelişmeleri asla sağlamış olamaz. Gelişmeler değişmelerin aynı anda ve artan
bir organik karmaşıklığa ulaşacak şekilde koordineli olduğunu gösterir. Bilim
bu olguyu tahlil edebilecek güçtedir. Belli bir sınıfın, belli bir sınıfa
dönüşerek yeni bir sınıfın ortaya çıkarmasının imkânsızlığını veya bir türün
başka bir türe dönüşmesinin imkânsızlığını bilmektedir bilim. Tabiattaki
değişmeler koordineli bir şekilde ve yalnız bir yöne doğrudur. Bir bütün olarak
ele alındığında hayvanlar dünyasındaki değişme hiçbir şekilde daha eski
biçimlere dönüşme imkanı ortaya koymaz. Karmaşık yapılar daha basit bir duruma
dönüşmez. Bunun yerine tam karşıtı bir durum ortaya çıkar. Bu bakımdan zamanla
gelişmiş, yeni biçimleri geçişiz olan ve yeni fonksiyonlar gerektiren, yeni organizmalara
sahip bulunan biçimleri hesaba katmak zorundayız. Öyleyse ister biçim, ister
fonksiyon olarak olsun önceden var olmayan organizmaların yaratılmasından söz
edebiliriz.
Bu
arada hayvan davranışlarına bir göz atmak istersek, hayvanlarda her türün genetik
koduna uygun bilgi kaydedebilmekte hayvanda bir robot gibi emre itaat etmekten
başka bir iş yapmamaktadır. Bu davranışların pek çoğu kalıtsaldır. Mesela
doğduklarından beri ormanda yaşamayan şempanzeler serbest bırakıldıklarında
ağaçlarda nasıl bir gece sığınağın yapılacağını eksiksiz bilirler. Goriller
kendi ana ormanlarında yılanları görünce her zaman ürperirler, aynı tepkiyi ölü
bir yılanla karşılaştıklarında öyle ki ilk kez bir yılan görüyor olsalar bile
yavru gorillerde gösterir. Bütün bunlar davranışın kuşkuya yer vermeyen
örnekleridir. Hayvan DNA moleküllerinde özgü uyarıcılara kodlanmış cevap
vermeye iten genlere sahip bulunduğundan belirli bir tepki göstermek
zorundadır.
Büyük Atalarımız Olarak Sunulanlar
İnsanın
ilk ataları olarak sunulan fosillere şöyle bir bakacak olursak bunlarda bulunan
birkaç anatomik özelliğin insanlarda bulunması bu fosillerin insanların ilk
ataları olduğu anlamına gelmez. Birkaç kemik parçasından ibaret bulunan ‘’Ramapitekus’’ (Kenya’da Hindistan’da
yaklaşık olarak 15 milyon yıl önce yaşadığı sanılıyor) ve ‘’Orepitekus’’ (12 milyon yıl önce yaşadığı sanılıyor). Beyin hacmi
olarak çok büyük bir hacme ( 400 santimetreküp- günümüz insanında 1350
santimetreküp) sahiptir. İnsandan çok kısa, uzun bacaklı ve kesinlikle ormanda
yaşamışlardı. Bunların insan olarak kabul edebileceğimiz hiçibr faaliyetleri
yoktu. İnsan kolunun maymunsu nitelikler taşıyan organik bir biçim sürdüğü
iddia edilmiştir. Bu hiç de kesin değildir çünkü biline en eski primatlar
ağaçlardaki hayata özgü bir uyarlama gösteren niteliklere sahiptirler. Bu nitelikler ne insanın anatomisinde vardır,
ne de Ostralopiketus’un.
Eğer
böyle bir ortak dal var olmuş olsaydı ilk maymunların çıkışından çok daha erken
bir dönemde bir ayrılma meydana gelmeliydi. Şu halde demek oluyor ki, kala kala
yine tahminlere kalıyoruz. Fakat kesin olarak bir şey var ki: İnsan pongidler
gibi (şempanzeler, gorille, Orangutanlar vs) evrimleşmiş biçimler pahasına
meydana gelmiş olamaz.
(Az
rastlanan bir-iki istisna dışında) tüm maymunlarda ve büyük maymunlarda ortak
olan son derece önemli iki asal özellik vardır. Hepsinin ağaçlarda yaşadığı ve
bu nedenle son derece uzun ve gelişmiş ön ayaklara sahip bulundukları
gerçeğiyle, iki ayak üzerinde duruş sergilemedikleri gerçeği. Ağaçlara tırmanamayan
ve dağlık yörelerde yaşayan maymun türleri ve büyük maymunlar hala dört ayak
üzerinde yaşamaktadırlar. Yalnızca şebekler iki ayak üzerinde
durabilmektedirler. Fakat bunlarında ön ayakları uzun ve iyi gelişmiştir.
Maymunları ve büyük maymunları oluşturan soyun bu iki ayırıcı niteliği insanda
yoktur.
Büyük
maymunlarla insanın anatomik özellikleri ilk bakışta büyük benzerlik
gösterebilir. Fakat burada açık olan şey bu benzerleri gelişi güzel
incelemekten çok her iki soyun yapısına inerek daha ayrıntılı olarak incelemek
gerekir. Salt ekonomik benzerliklerinden dolayı insanın büyük maymunun bir soyu
olduğunu söylemek saçmadır. Aynı özellikleri köpek, fare, kedi gibi hayvanlarda
da görürüz. Aslında birçok hayvan türü arasında ortak özellikler vardır. (anatomik
veya biyolojik açıdan). Bunun nedeni ise o hayvanların aynı genel yapıyı
paylaşmasıdır. Mesela solunum yapan canlıların hepsinde akciğer alveolünün
bulunması gerekir. Beslenme bir sindirim sistemiyle asalı bezlerin varlığını
gerektirir ve bunların hepsi de benzer bir yapıya sahip olacaktır. Artık
maddelerin yok edilmesi için böbrekleri bulunması gerekir.
İnsanın
kendisine has olup da maymun soyunun hiçbirinde bulunmayan özelliklere bakacak
olursak, fosili bulunan ilk maymun türünden günümüzdeki küçük-büyük maymun
türlerine bakacak olursak hepsinin kafatası hacminin ortalama 400 santimetreküp
ile 55 santimetreküp arasında değiştiğini görürüz. İnsanda ise 1350
santimetreküptür. Beyin gelişimi ile kafatası hacmi paralel gittiğine göre
insanların beyni nitelik yönünden gelişmiştir. (yan insanın beyin hacmi aynı
kalmış fakat insanların beyin özellikleri zamanla daha çok kullanmaya
başlamışlardır.
Kafatası
ile ilgili diğer bir meselede arka kafa büyük değildir. Maymunlarda kendisiyle
beynin omuriliğe dayandığı arka kafa kemiğindeki büyük delik arka kafa
kemiğinin alt kısmında yer alır. İnsan da ise daha öndedir, bu da demektir ki
başın ağırlığının merkezi, insan iki ayak üzerindeyken kafatasını alttan tutan
boyun dikey ekseniyle hemen hemen çakışma halindedir. Yani sanki baş boyun
üzerinde dengelenmiş gibidir. Kafatası kemiği maymunlarda dikey olduğu halde,
insanlarda yataydır. İnsanın iki ayak üzerinde yürümesi ve dik olarak durması
onun genetik mirasında var olduğu içindir. Yoksa doğuştan olduğu karakterler
değildir. Anatomik yapısı bu özge fonksiyona uyarlanmış da olsa çocuk daima
yürümesini öğrendikten sonra yürür.
Mitokondriye DNA’sının Sırrı ve İlk
Kadın (Hz.Havva)
Batılı
bilim insanları ve araştırmacılar yaptıkları deneyler ve buldukları sonuçlar
karşısında şaşkınlığa düştüler. Yapılan araştırmalar sonucunda insanların ilk
annesinin tek bir kadına doğru gittiğini ispatlıyor. Araştırmalar nasıl
yapıldı? Dünyadaki değişik milletlerin kadınlardan dört yüz kadarı özel bir
incelemeye alındı. Bunların genetik yapısı, annelerinin ve kız çocuklarının
genetik yapısı incelendi. Özellikle mitokondriyom DNA’sının bütün hepsinde
hiçbir değişime uğramaksızın aynı olduğu ve nesilden nesile aktarıldığı
görüldü. Mademki bütün kadınlardaki mitokondriyom DNA’sı birbirinin aynısıydı
niçin insanlar tek bir anneye dayanmasın? İnsan hücrelerinde iki tür DNA
vardır. Birincisi çekirdek DNA’sı anne ve baba DNA’larının karışımı bir karışım
olan ve ırsi özellikler gösteren çekirdek DNA’sı, ikincisi ise, yalnızca annede
bulunan ve hiçbir değişime ve karışıma uğramayan aynı zamanda ırsi özellikler
gösteren mitokondriyom DNA’sı.
Moleküler
biyoloji ve genetik alanında yapılan milletler arası çalışmalarda bilim
adamlarının ellerindeki tasnif edilmiş milletlerarası DNA modelleri ve izleri
onlara öncülük etti ve böylece hepimizin bir kadının torunları olduğumuz ortaya
çıktı. Harvard Üniversitesi paleontolog ve deneme yazarlarından Stephen Jay
aynen şöyle demektedir:
‘’Şunu belirtmemiz gerekir ki bütün
insanların mevcudiyeti tüm dış görünüş farklılıklarına rağmen bir yerde
orijinal olan tek bir canlının (insanın) gerçek torunlarıyız. ‘’ Burada biyolojik
kardeşliğin bir çeşidi vardır ki bu
bizim anladığımızdan çok daha derin manadadır.
Bilim
dünyası artık Darwin’in Evrim Teorisi’ni ciddiye almıyor. Onlarda inanıyorlar
ki, insanlar ortak bir atadan meydana gelmişlerdir. Bir türden başka bir türe
dönüşüm yoktur. Artık bilim insanlarını ilk insanın nerede yaşadığını ne
yaptığı ilgilendiriyor.
Bu
bölüm 11 Ocak 1988 tarihli Newseek dergisinden ve bir önceki sayımızdan
bahsettiğimiz Maurice Bucaille’nin, İnsan Kökeni Nedir? , adlı kitabından
faydalanılarak yazılmıştır.
Bilim Dünyasından Bunları Biliyor
Muydunuz?
1. Charles
Darwin’in kadınları emin olan, zayıf bedenli ve geri zekâlı yaratıklar olarak
gördüğünü ve Evrim Teorisi’ni buna dayandırdığını.
Charles
Darwin (The Descent of Man) İnsanın
Kökeni, adlı kitabı.
2. Descartes’in
insanı bir makina ve organlarını da makinanın bir parçası olarak gördüğünü.
3.
Einstein’in materyalistlerle adeta
dalga geçercesine aşağıdaki sözü söylediğini
‘’ Evrendeki hiçbir şey tesadüfi değildir.
Çünkü Allah ar atmaz.’’
Yorumlar
Yorum Gönder