Laik ve Seküler Ulusalcılıktan, Liberal Küreselciliğe “İslamcılık”
Fazıl Duygun - Eylül 2018
Bu yazımızda İslam dünyası üzerinde bir baskı rejimleri olarak getirilen, seküler-laik düzenlerin ve kadrolarının oluşmasında, İslamcılığın rolünü yazacağız.
İslamcılık 1800’li yıllarda, Mısır’da, Rifaah Tahtavi ve Hayreddin Tunusî ile başlayan, Osmanlı’da ise, Tanzimat fermanıyla yol alan bir akım. Bu akımın kaynağı, Din düşmanı, ulusalcı, pozitivist ve modernist Batılı dünya görüşüdür ve gayesi de, İslam’ın köklü bir reforma tabii tutulmasıdır.
Osmanlı’nın çöküşüyle beraber, İstanbul ve Kahire başta olmak üzere, İslam dünyasındaki aydın ve bürokrasi, Batı karşısında zihnî- mental bir eziklik yaşamaya başlar. 1800’lü yılların başında, Tanzimat Fermanı’yla İstanbul, Kahire’de ise, Osmanlı’dan ayrılmış Mehmet Ali Paşa yönetimi çareyi, Batı’ya talebe göndererek, o ülkelerde mühendislik ve tıp eğitimi almış öğrencilerin, memleketlerine döndüklerinde, bu Batılı eğitim ve icraat kurumlarını hayata geçirecek sistemleri kurmalarını sağlamaktır. Ancak, şu unutulmuştur ki: Eğitim ve icraacı-uygulayıcı kurumlar dahil, her bir kurum veya sistem ait olduğu medeniyetin bir neticesidir, o değerlere göre kurulur ve yaşar. Hatta, bu kurumlarda okuyan ve çalışan başka medeniyetin çocukları da çok kolay bir şekilde devşirilir.
İşte! Batı’ya eğitim için gönderilen bu gençler, zihnen devşirilip, Batılı gibi düşünmeye, giyinmeye ve davranmaya başlar ve bu düşüncelerini, içinden çıktıkları Müslüman toplumlara uygulamaya çalışır. Yani, İslam medeniyeti ve ümmetini de Batılılaştırmaya çalışır. Meselâ, bu zihinsel kayma o derece şiddetlidir ki, Fransa’da eğitim gören ilk İslamcı Tahtavi, Fransızların dans/valsini, İslam’a göre mübah görürken, Arabların danslarını ve dansözlüğü kerih ve haram görür. Oysa hakikatte, ikisi de haramdır.
Avrupa merkezli-Avrosentrik-İslamcılığın temel gayesi, Müslümanlara liderlik eden, Osmanlı’nın tasfiyesi, ve “seküler-laik” devletçiklere bölünerek tarihten silinmesidir.
Osmanlı nedir denilecek olursa: Osmanlı, Ehl-i Sünnet, Hanefi-Türk ve Maturidî aklıdır. Yani, Müslümanların, itîkaden ve devletleşmesini devam ettiren, bir devlet aklına sahip bir millet. İmparatorluk içerisindeki, müslim-gayr-i müslim bütün diğer kavimler, işte bu Maturudi ve Hanefi devlet aklının tebaasıdırlar ve onun sayesinde, inançlarını ve varlıklarını korurlar.
Çünkü İslam dünyasının %85’i sünnidir ve bunların çoğu da, Hanefi-Maturidî devlet sistemiyle idare edilmektedir. Ehl-i sünnetin diğer mezhebleri, bu devlet düzeni içerisinde, ona tabii müslümanlar arasında uygulanmaktadır.
Ama devletin çekirdek yapısı, Hanefî mezhebi ve Maturidî aklı üzerinedir.
1836 Tanzimat fermanıyla iyice resmîleşen Batıcı norm ve kuralların dayatmacılığının gayesi, bu çekirdeği kırmaktır.
1800 -1900 yılları arası, yani 19 asır boyunca, Hindistan işgal edilir. Bugünkü Pakistan ve Bangladeş’i de kapsayan büyük İslam toprağı Hindistan işgal edilerek, Müslümanların itikadıyla oynanmaya başlanır. Bunun ilk semeresi de, bugün başımızda Dinlerarası diyalog-FETÖ projesinin ilki olan Kadıyanîlikle başarılır.
Buradaki bütün hedef, dönem itibarıyla 1250-1300 yıllık olan, İslam-Ehl-i sünnet itikadı, tasavvuf geleneği ve devlet-millet ve ümmet şuurunu imha etmektir. Çok oksimoron bir hâl ve ironik bir dramdır ki, Ümmet şuuru, ümmetçilik diye diye yok edilir.
Siyasîleşen İslamcılık: Afgani ve Abduh
İslamcılığın, aydınlar ve bürokrasi üzerindeki siyasi tesiri ve kadrolarının oluşması ise, Cemaladdîn Afgani ile başlar. Afgani’nin kim olduğunu ve nasıl bir hayat yaşadığını, Ö.Turan’ın “İslamcılık- Tarihçe ve Fikir Örgüsü” isimli kitabında görebiliriz. Biz burada, İslamcılığın, Seküler-Laik Batıcı düzenlerin, devletçiklerin oluşumundaki rolünü konuşacağız.
Afgani’nin yıldızı Mısır’da, Başkent Kahire’de parlamaya başlar. Hatta o kadar ki, İngilizlerin sömürge Valisi Cameron tarafından El Ezher’de etkin bir göreve bile getirilir. Müslümanların üniversitesi, El-Ezher, modernist, pozitivist ve mezhepsiz, selefi-şia karışımı zihniyetlerin hâkim olduğu bir kuruma dönüşür.
Afgani, Paris Mason locası ile İskoç Riti arasında gidip gelmiş, bir masondur ve müthiş bir pozitivisttir. Ehl-i Sünnet, Osmanlı ve tasavvuf düşmanıdır. Cemaleddin Afgani ve ekibi, görünüşte, İslam Ümmeti dâvasındadırlar ama, Osmanlı’daki ve Mısır’daki, Seküler ulusçu (Milliyetçi değil) partilerin kurucularını da yetiştiren bunlardır. Bizdeki Jöntürkler ve İttihad ve Terakki, Mason, İngiliz-Alman kliklerin hâkim olduğu, Osmanlı-Ehli Sünnet düşmanı ve Arablara kin kusan bir örgüttür. Karşılığında ise Batıcı, Ehl-i Sünnet Osmanlı ve de Türk düşmanı, Arab ulusçusu partiler ve hareketlerin kadrolarını yetiştirmişlerdir.
İslamcılık- Tarihçe ve Fikir Örgüsü kitabında bu durum şöyle anlatılır:
“2.Abdulhamid’in devlet nezninde yaptığı Panislamist yani Hilafet eksenli politikalar ise İttihad ve Terakki döneminde İslamcılığa dönüşür, ya da İslamcılığın temelini atar. Irk eksenli milliyetçilik (buna ulusalcılık diyoruz. F.D) anlayışı ile 1400 yıllık İslâmî geleneği reddeden ve Batı tarzı modern bir siyasî model öne süren İslamcılık Batılılaşma sürecinin sonucudur. İslam’dan arındırılmış, sadece ırk eksenli seküler milliyetçilik gerçek Türk Milliyetçiliği’ne, tam bir modern ideoloji olan İslamcılık da İslamiyete karşı kurgulanmış, Batı tandanslı iki akım olarak karşımıza çıkar ve varlıklarını günümüze kadar sürdürürler. (s. 42)
(…) Afgani’nin tesiri sadece İslamcılarla sınırlı kalmayıp, çok yaygındır. Neredeyse İslam Dünyası’ndaki tüm ideolojik grupları kapsar. Öğrencilerin ideolojik tercihlerine bakıldığında, tesirinin sadece bir kesimle sınırlı kalmayıp farklı siyasal grupları kapsadığı görülür. Arab Dünyası’nda ondan etkilenenler arasında Reşid Rıza gibi İslamcılar, Kasım Emin, Abdurrezak, Lütfi Seyyid gibi liberaller ile Saad Zaglul gibi milliyetçiler vardır. Türkiye’deki öğrenci profili bundan pek farklı değildir. Mehmed Akif, Ahmed Hamdi Akseki, Said-i Nursi, gibi İslamcılar ile, Mehmed Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu gibi Türkçüler sohbetlerinin baş müdavimleri arasındadır.
Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere Afganî ne iddia edildiği gibi İslamcı ne liberal ne de öğrencilerinin çoğu gibi milliyetçidir. (s:53)
Afgani’nin İslam Dünyasında aydın kesim ve gençler üzerine yaptığı faaliyetler son derece tutarsızdır. Mısır’da bulunduğu sıralar, Osmanlı’nın parçalanmak üzere olduğu dolayısıyla Arabların bağımsız devletler kurması ve hilafeti almaları gerektiği görüşünü işler. Hatta büyük bir Arab milliyetçiliği yerine mikro bir Arab milliyetçiliği fikrini öne sürer. Bu çerçevede Mısır Milliyetçiliğinin temellerini atar. Mısır Milliyetçiliğinin en önemli isimlerinden biri olan Saad Zağlul Afgani’nin en has talebelerindendir.
Aynı Afganî İstanbul’da bulunduğu sıralarda Mısır’dakinin aksine Arab Karşıtı bir Türk milliyetçiliğine vurgu yapar. Afgani’nin İstanbul’daki öğrencilerinin bir kısmı İslamcı olurken diğer kısmı ise Mehmed Emin Yurdakul örneğinde de görüldüğü gibi Türkçü olur. İslam Ansiklopedisi’nde, “Afgani’nin hem Türk karşıtı Arab milliyetçiliğinin, hem de Arap karşıtı Türk milliyetçiliğinin hem de bu ikisine de karşı olan İslamcılığın büyük üstadı olduğunun” altı çizilir. Ortadoğu’da daha sonra Türkçülük, Arabçılık, Mısırlılık ve İslamcılığın önderliğini yapacak isimlerin tamamına yakının Afgani’in talebesi olması bu iddiayı doğrulamaktadır.
“ Afgani’nin Sultan Abdulhamide farklı bir İslam birliği, Şii-Sünni yakınlaşması ve yönetim biçimi konularında en azından fikir planında etkilediği söylenmelidir. Batıcı, Türkçü, İslamcı olarak farklı ideolojilere mensup, bir çok Osmanlı münevveri de onun sohbet ve yazılarından doğrudan veya dolaylı olarak faydalanmıştır. Bazen Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Mehmed Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu gibi Türkçüler, Mehmed Akif, Ahmed Akseki gibi İslamcılar, Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi kişiler bunlar arasındadır.
(…)
“Efgani’nin Mısır’daki ideolojik tesirleri Türkiye’de olduğu gibi farklı istikamette gelişmiştir. Onun en önemli talebesi, dostu ve yardımcısı Muhammed Abduh orta yol ıslahatçısı, Reşit Rıza köktenci eğilimlere sahip olmuşlar, Kâsım Emin, Ali Abdürrezzak, Lütfi Es-Seyyid gibiler ise laik ve liberal bir yol takip etmişlerdir. Vefd Partisi’nin kurucusu ve milli bağımsızlık yolunda Mısırlılar’ın verdiği savaşın lideri Sa’ad Zağlul da onunu talebeleri ve dostları arasında yer almıştır.”
Afgani, Ehl-i sünnet olarak tabir edilen klasik İslâmî bakış açısına karşı çıkar. Peygamberlik dahil, İslam’ın tüm kutsallarına açıktan cephe alır. O derece ki, Peygamberlik ile felsefeyi bir tutar. Afgani İslam dünyasının ilk evrimcilerindendir desek yalan olmaz.
Görüşleri incelendiğinde Afgani’nin Deist olduğu ortaya çıkıyor. Ama onun bir aşama daha ileri gidip agnostik olduğunu söyleyenler bile var. (s: 55-56)
Abduh’un bize son derece ilginç gelecek diğer bir özelliği ise Fetullah Gülen’den bir asır önce, dinlerarası diyalog projesini başlatmasıdır. Abduh, bu maksatla İngiliz papaz İzac Taylor ile çok kapsamlı çalışmalar yapar.(…) İslam düşüncesi ile Batı medeniyetine yakınlaştırma amaçlı başlayan çalışma İslam ve Hrıstiyanlığı birbirine yakınlaştırma faaliyetin dönüşür.
(…)
Afgani ve Abduh çalışmaları ve yazılarıyla laikliğin İslam Dünyasında kök salabilmesi için uygun zemini oluştururlar. İslam Dünyasında laikliğin öncüleri olarak kabul edilen kişiler Afgani ve Abduh’un attığı bu temeller üzerinden laikliği yükseltirler. Haurani ‘Arabic Thught in the liberal age’ adlı eserinde, Abduh’un laikliğin İslam Dünyasında yerleşmesi için bir nevi köprü görevi yaptığını açıklar. Haurani, Abduh’tan sonra gelen takipçilerinin laikliği İslam Dünyasında en üst seviyeye taşıyacaklarından bahseder. (s:62)
Araştırmacı-yazar Lütfi Bergen de, Türkiye’de pozitivizmin yayılmasında İslamcılığın rolünün büyük olduğunu söyler. Bergen, Pozitivizim ve İslamcılık isimli makalesinde bu durumu şöyle izah eder:
“Türkiye’de pozitivizmin (ilerleme-kalkınma) en güçlü savunucuları arasında İslamcılık düşüncesi bulunmaktadır. Pozitivizmin Littre (1801-1881) tipi fraksiyonunu İslamcılar temsil ediyor. İslamcılık, Anadolu’nun dirlik nizamının endüstriyel topluma çözülmesi sırasında işlevselleşmiş bir ideoloji idi. Görünüşte Batı uygarlığını ötekileştiren İslamcılık “Düşmanın silahı ile silahlanmak” fikr-i sabiti nedeniyle Batı felsefî-bilimsel-teknolojik içtimailiğin “gölge modernite”si gibi konumlandı. Bu nedenle İslamcılık modernite sürdüğü ve çelişkiler ürettiği sürece bitmeyecektir. İslamcılığı bugün “bitti” denilen zamanda yeniden üreten şey, modernitenin burjuvası olmuştur. Son on yıl içinde İslamcılık kapitalizmin yerleşmesinde kendine kentleşme aracı keşfederek “dipten gelen ilerleme-kalkınma” dinamiğinde rejenerasyon (yenilenme) oluşturdu. Bu dinamik burjuva Müslümanlar ile kendini tükettiğinde “İslamcılık bitti” tartışmaları yaşanmıştı. Burjuvaların ortaya çıkışının önemli bir sonucu, kent proleter/prekaryasının da burjuvalarla birlikte zuhurudur. İslamcılık fikri, yeni bir pozitivist tarih tasavvuru olarak artık kent proleter/prekaryasının sırtında yükselecektir.
İslamcıları pozitivizmin temsilcisi durumuna getiren en önemli husus “tarih ve medeniyet anlayışı”dır. Pozitivizm düşüncesi tarihi evrimci bir sürecin içinde görmekte ve medeniyeti de “tek bir medeniyet” halinde kavramaktadır. İnsanlık bir bütündür. İslamcılar medeniyet’in tekliği hususuna itiraz edemedikleri için Müslüman toplumun bu medeniyet içerisinde yer alması gerektiğini düşünmüşlerdir. İslamcıların çizgisel tarih anlayışına meşruiyet vermeleri Batı’nın tarih şemasını (aslında pozitivizmi) kabul etmeyi icbar etmektedir. Renan’ın “İnsanlığın ilerlemesine faydası olmayan şeyin vay haline! Böyle şeyler hemen ortadan kalktı. Arap olarak adlandırılan ilim, hayat kaynağını Lâtin Batı’ya aşıladıktan sonra yok oldu” yargısı (Renan, 1988: 76) Namık Kemal tarafından “İslâm ilme hor bir gözle (tahkîr nazariyle) bakmış olsaydı, Müslümanlar arasında hiç bir âlim çıkmazdı” (Kemal, 1988: 97) şeklinde cevaplanmıştır. Bu cevapta Namık Kemal’in “ilerleme” fikrine itirazı yoktur. İslamcılığın kapitalist topluma yönelik itirazı kapitalizmin “vahşi” tatbikatına ilişkindir. Bunun dışında İslamcı yazarlar Müslüman toplumun terakki etmesi konusunda bir sakınca görmemektedirler.”
Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, Cumhuriyetle
beraber, Diyanetin kurulması ve Hanefilik üzerinden, Ehl-i Sünnet kurumlarının
denetimi amacıyla baskı altına alınması süreci yaşanırken, Eğitimde,
üniversitelerde, medyada vs. mezhepsiz İslamcılığın önü sürekli açılmıştır.
Devlet, Bir yandan Diyaneti kurmuşken ve Türk, Hanefi, Sünniyi laiklik
üzerinde tanımlamak için alt yapı oluştururken, öte yandan ise, Bu milletin harcı-özü olan, Ehl-i sünneti,
tasavvufu ve Maturidî itikadını imha
edecek olan pozitivist (günümüzde postmodernist) akımların önünü de açmıştır.
Cumhuriyet dönemimde, Müslüman Sünni Türk ve Kürdün gördüğü zulümden ayrı olarak, ikisi de,
modernizmin-pozitivizmin kuklası olan, İslamcılıkla- seküler ulusçuluğun kendi
aralarında iktidar kavgası yaşanmıştır.
1920-1960 Arası, Fransız-Batı seküler ve lâ-dinî bir
milliyetçilik (buna ulusçuluk) diyoruz, anlayışı ile güya ümmetçilik
iddiasındaki İslamcılar, Bir Millet-Ümmet Devleti olan Osmanlı’nın
parçalanmasında büyük bir rol sahibi olurken, 1960’larda, Batı tipi Ulus
devletçiklerini bile tasfiye etme düşüncesinde olan liberal–küreselci anlayışa doğru kaymışlardır.
Bunun İslam dünyasındaki en önemli taşıyıcısı da, Muhammed Hamidullah olmuştur.
Müslüman Türkün camilerinin kapatıldığı, ezanın Türkçe olarak okutulduğu
1940’lı yıllarda, İsmet İnönü’nün davetiyle Ankara İlahiyat fakültesinde
dersler vermeye başlayan ve “Hz. Muhammedin hayatı” isimli kitabının önsözünde
İnönü’ye övgüler düzen kişi Muhammed Hamidullah’tır.
Pakistan’da Fazlurrahman’la revaçta olan, Postmodern-devletsiz, liberal
İslamcılığın öncüsü Hamidullahtır.
İslamcılık bu yıllardan itibaren bir değişime
uğrayarak, Osmanlıyı, ümmeti parçalayıcı, batıcı-seküler –laik ulusalcılıktan, ümmettin, itikad ve devlet
şuurunu toptan imha edici, postmodernist, liberal, küreselci bir İslamcılığa
doğru dönüşür. Bu, gidişat, hadisler ve sünnetin inkârı, Hz. Peygamberimizin
(önemsizliği) ve son olarak ta, mealcilik hastalığıyla beraber, Kur’ân’ın
reforme(!) edilmesi aşamasına kadar gelir.
FETÖ bu dönüştürme stratejisinin en önemli
unsurlarından bir tanesidir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, devletsiz, cihadsız,
itikadî ölçüleri imha edilmiş, İslam soslu bir oluşumun ilk temeli Hindistan’da
Kadıyanîlikle beraber atılır. Kadıyânilik, Osmanlı- ehl-i sünnet itikadı,
devlet ve örfüne karşı İngilizler tarafından kullanılan en önemli bir silah
olmuştur. Ve bu silah, İslam Dünyasının devlet-medeniyet merkezi Türkiye’de de,
FETÖ oluşturularak, bu millete karşı kullanılmıştır. O bakımdan, bundan 20 yıl
önce ifade ettiğimiz gibi, FETÖ 1500 yıllık İslam tarihindeki, en tehlikeli,
itikadî sapkın bir örgüttür. Doğrudan Ehl-i Sünnetin kalbine, itikadına, devlet
ve örfüne salanmış bir hançerdir.
FETÖ, milletin gözünde hiçbir itibarı kalmamış ve Batı
çıkarlarını artık sağlamaktan uzak, Batı’ya bile yük olmaya başlamış olan
Seküler-Batıcı Kemalist zihniyetin, Batı tarafından tasfiyesi ve iktidarın bu
yeni yapıya devri için oluşturulmuş bir örgüttür. Batı’nın temel korkusu, 120 yıl önce, Batıcı
unsurlar tarafından işgale dilen devletin, milliğini kaybedip, millete ve
değerlerine karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmasına, bu milletin karşı
gelip, Erdoğan (geçmişte, Menderes, Özal, Erbakan) gibi milli unsurları
iktidara getirmesine engel olmaktır. Bunun için de FETÖ ve İslamcılar gibi,
False flag-sahte bayrak- operasyonuyla, İslamî soslu, Batıcı klikleri iktidara getirmenin stratejisini hep
hazırda tutmuştur.
İslamcılar ve
FETÖ, Millileşmeye çalışan devletin tasfiyesi, Ehl-i sünnet (yani İslam
itikadının yozlaştırılması gibi faaliyetlerde, yıllarca Abant Toplantılarında
beraber faaliyet gösterdiler) ortak hareket etmişlerdir.
Hepsinin hedefi de, 15 Temmuz iç savaş ve darbe
girişimi sonrası iyice açığa çıkmıştır.
Liberalleşen-küreselleşen İslamcılık, Ezoterik, paganist ve finans kapitalist küreselciliğin, devletleri tasfiyesinde yine bir araç olarak kullanılmaktadır. O proje ise şudur: “
“Küreselcilerin projesi olan “Şehir devletçikleri” için ideal bir zemin oluşturacak olan Katalonya gibi devletçikler milli/ulusal devletçikler sistemini, daha açıkçası 1789 Fransız ihtilâli modeli çökertecek. Böylece “derebeyliğe” dönüşün yolu açılacak. Aslında Batı içi bir çatışma olan “derebeylik-Şehir devletçikleri” projesiyle, Milli (Batı için Ulus) devletler projesi, dünyanın geri kalanında karşılığı olmayan bir sosyal gerçeklik.
İmparatorluklar ve Krallıklar, aydınlanmacı Ulusalcılarla, ezoterik küreselcilerin ittifakıyla yıkılmış ve Ulus devletler modeline geçilmişti. Şimdi ise, Küreselcilerin, ulusalcılarla bir iç çatışması yaşanıyor Batı’da, özellikle de Avrupa’da.”
1970-2013 arası İslamcılık
Bugün Türkiye’deki değişim
İslâmcılar üzerinden yapılıyor. Bu değişimin katalizörü de İslâmcılar.
1920’lerdeki değişim İttihatçıların ikinci grubu üzerinden yürütülmüştü...
Nasıl bir değişim bu?
Postmodern, çoğulculuğun olduğu bir değişim. Bazı belediyeler
aracılığıyla kilise, sinagog ve cami bir araya getirilip “dinler bahçesi”
oluşturuluyor ve “dinlerin hayatta bu kadar yeri var” deniliyor. Kiliseye
gidip, sinagog’da duâ edip camide namaz kılan insanlar kurgulanıyor. Artık 19.
yy’ın radikal din düşmanlığı yerine dinleri bir bahçede karıştırıp, seküler bir
işlev kazandırmak istiyorlar.
Kast ettiğiniz İslâmcılar kimler?
1980’li yıllarda “Müslüman Kardeşler” literatüründen beslenenler. Zamanında slogan ve heyecan olarak İran’ı referans alanlar. Radikal İslâmcı hareket, Vahhabiliğin ideolojik süzgeçten geçmiş Selefi yönünü yansıtan bir hareketti. ‘Uhrevilikten soyutlanmış devlet’ talepliydi. Seyyid Kutub’un, Mevdudi’nin eserlerine yoğunlaşıyorlardı. Şirk ve tevhit sınırını çok daraltan ideolojik kılıf giymiş, üçüncü dünyacı, anti Amerikancı bir yapıydı. Çok ideolojikti. Öğrenci evlerinde devlet kuran, devlet yıkan bu insanlar 90’lı yıllarda gerçek hayatla tanıştılar. Soğuk savaş döneminin protest ideolojileri son bulunca ezberleri bozuldu. Körfez Savaşında Amerikan saldırısı bütün hayallerini yıktı. Bu aşamada 1980’li yılları radikal bir şekilde sorguladılar. Seksenli yıllarda geleneksel İslâmı sorgularken 1400 senelik müthiş birikimi ve geleneği sorgulayıp şirk ve cahiliye içine sokuyorlardı. 1990’larda seksenli yıllardaki düşüncelerinden koparken geleneksel İslâmla da barışmadılar. Liberalleşen Marksistlere benzediler.
1990’lı yıllarda nasıl bir gelişim oldu peki, eskinin radikal İslâmcılarında?
Şiddetle reddettikleri Refahçıların trenine binmeye başladılar. Kısa sürede partinin iktidara gelmesinde lokomotif oldular. Selametçiler; imam hatip mezunu, Millî Türk Talebe Birliklerinde bulunmuş, Necip Fazıl ve Mehmet Akif’in şiirlerini okuyan, teşkilât işlerinden zaman bulup kitap okuyamayan, entelektüel birikim edinemeyen kesimdi. Radikal İslâmcılar 1990’lı yıllara doğru farklı kitaplar da okumaya başladılar. Selametçiler üzerinde baskın olmaya başladılar, artık partide beyin olmuşlardı. AKP’yi de bu insanlar çıkardı. AKP’yi Amerika-İsrail eksenine oturtan da eskinin radikal İslâmcılarıydı. Kudüs Gecesini düzenleyen radikal İslâmcılar bunları yapıyordu. AKP’nin bürokratlarının büyük kısmını radikal İslâmcılar oluşturdu.
Radikal İslâmcılar açısından bu kırılma nasıl oldu?
İnanç kırılmalarına uğradılar.
Dini ideolojik algılamışlardı. Toplumun büyük kısmını şirkle suçlarken
kendilerini Mekke dönemi sahabileriyle özdeşleştiriyorlardı. Analoji yapmak
gerekirse kendilerini Mus’ab bin Umeyr olarak görüyorlardı. Bunlardan bazıları beş vakit namaz kılan,
fakat türbeye giden annelerine “Ey müşrike annecim tevhide gel” diyen
insanlardı.
Burdan yola çıkarak değişim
gösteren radikal İslâmcılar için “İnsanları şirkle suçlamak yerine daha
itidalli bir düzeye gelmişler” diyebilir miyiz?
Toplumu şirk ve cahiliye ile
suçlayan insanlar 1990’lardan sonra İslâmî kesimin en ahlâksız kesimi oldular.
Çünkü Gazali’yi, ahlâkî terbiyeyi dışladılar. Ahlâkî terbiye ile ideolojik
terbiye birbiriyle örtüşmez. İslâmın temiz ve kutsî geleneğinden gelen bazı
ahlâkî terbiyeyi de daha önce şirk ve cahiliye olarak niteledikleri için o
ahlâkî birikimi de tasfiye etmişlerdi. Omurgasız ve ilkesiz hale geldiler.
Bugün bunlar üzerinden yürütülen bir değişim var...
Eskinin radikal İslâmcıları üzerinden uygulanmaya çalışılan değişim nasıl bir değişim?
Artık her bakımdan
seküler hale gelmiş durumdalar. Bir zamanlar ‘cihad hareketi’ deyip para
toplanan kanallar tamamen seküler hale gelmiş durumda. Bunlar için artık bir
ses sanatçısı, bir âlimden daha değerli. Hülya Avşar’ın annesi öldüğünde taziye
bildirenler değerli bir din âlimi öldüğünde aynı hassasiyeti gösteriyor mu,
şüpheliyim. Bunlar artık kendilerini sınıf atlamış görüyorlar. İslâmî kesim
Osmanlının Batılılaşma hareketleri ve yeni cumhuriyetin redd-i mirasıyla elitlerini
kaybetti. Ahmet Cevdet Paşa gibi insanların torunları resmî ideolojiye
eklemlendi. Biz, şehir elitimizi
kaybettik. İslâmî söylemleri temsil etmek, bizim gibi köylülere kaldı.
Köylülerde ise kompleksler, doymamışlıklar var. İslâmî kesim doymamış hidrokarbonlardan
oluşuyor. Doymaya giderken de çok çarpık doydular.
Yoksa siz de ‘cipe binen başörtülü bir kadın’ figürünü eleştiriyor musunuz?
Büyük bir trajedi. Bu sekülerleşmenin, dini tasfiye
etmenin bir görüntüsü. Dindarlık İslâmcılar eliyle tasfiye ediliyor.
Cumhuriyetin ve Batılılaşmanın bütün etkisine rağmen hayatiyetini sürdüren
dinin unsurları, İslâmcılar eliyle tasfiye ediliyor. Diyanet, hutbelerde resmen
‘mealcilik’ yapıyor.
Müfid Yüksel’in de
söylediği “AK Partinin kuruluşunda bulunan bu İslamcıların çoğu” son 5 yıldır,
Millilik ve yerlilik hareketine en çok karşı olan bir kesimdir. Erdoğansız bir
Ak Parti ve Türkiye gayesinde olan bu kesimler, bugünlerde açıktan, 100 yıl
önceki tabanlarıyla tekrar ittifaka girmişlerdir.
Dünkü İttihaçı ve Jöntürk İslamcılığın, postmodernleşip, liberal- küreselleşmeciliğe dönüşmesini ise Mustafa Çalık şöyle izah eder:
“Jön Türkler”den“Jön Müslümanlar”a
Dr. Mustafa Çalık- Türkiye Günlüğü- bahar
2016 sayısı
Ne var ki, zaman içerisinde ve muhalefet süreci geliştikçe “hürriyet” kavramı, sadece popüler bir edebiyata konu olarak başlı başına “mitik” bir telâkki ve söylem hâline gelmekle kalmamış, her derde devâ, “şah-dârû” gibi mucizevî bir çâre hüviyetine büründürülmüştür. “Jön Müslümanlar”ımızın 2000’li yıllarda “demokrasi”ye yükledikleri hangi mânâ ve hikmetler varsa Jön Türkler de “hürriyet”ten hemen hemen aynı şeyleri bekliyorlardı. Jön Türklere göre memleketteki, Osmanlı Mülkündeki bütün fenâlıkların sebebi Sultan Abdülhamîd ve O’nun istibdat idaresiydi. Her şeyin düzelmesi için Kanun-ı Esâsî’nin yürürlüğe konularak Meclis-i Meb’usân’ın açılması ve Sultan Hamîd istibdadına son verilerek “hürriyetin ilânı” şarttı.
Jön Türklerin fiiliyattaki en öncelikli hedefleri Abdülhamîd’i devirmek veya deviremeseler de “istibdad”a bir şekilde son vermek olduğu için, bu “ortak düşman”a karşı devletin ve milletin geleneksel hasımlarıyla işbirliği etmekte de beis görmediler. Ciddî bir murakabe ve muhasebeden mahrum olması bir tarafa, eşi görülmemiş bir gafletin eseri olan bu rezil ve zelil eyyamcılıktır ki, İTC ile Taşnaksütyun ve Etnik-i Eterya gibi Ermeni ve Rum komitelerini de Bulgar ve Makedon çetelerini de Türk Hakanı ve İslâm Halîfesi sıfatlarını taşıyan Sultan Hamîd’e karşı aynı safta birleşmeye ve beraber çalışmaya sevketmiştir. Netice malûm: Enver ve Niyazi Beylerin dağa çıkmalarıyla başlayıp gittikçe yayılan isyanın tam bir ihtilâle dönüşmesi, 23 Temmuz 1908’de Makedonya’da “Hürriyet’in ilânı”, Sultan Hamîd’in Kanun-ı Esâsîyi yürürlüğe koyup, Meclis-i Meb’usan’ın tekrar açılması için seçimlere gidilmesini kabul etmesi…
Bu dağdağanın sonunda
“Hürriyet” bir kere daha ve görünüşe göre “kalıcı”(!) olarak gelmiş ve Jön
Türkler de muratlarına ermişlerdi(!).
Gelelim bu güne, daha doğrusu 2000’li yılların “Jön Müslümanlar”ına…
“İslâmcı”lığın tarihinde yeni yüzler: “Jön Müslümanlar”
Bu bahsin başında tasrih etmem îcâb
eden usule dair bir husus var: “Jön Müslümanlar” demekten daha münâsib bir
sıfat bulamadığım “aydın-politikacı” zümresinin bütün fikrî ve siyasî
hususiyetleri yahut tarihlerini ele almak gibi “ölçüsüz” bir iddia tek bir
yazının –ve tabiî bu yazının da- çerçevesine sığamaz, sığdırılamaz.
Burada yapılmak istenen şey, bir ruh hâli ve zihniyet dünyası ile bir mizac ve
meşrebin belli başlı karakteristiklerini tartışmak. Bunu yapmaya çalışırken
tarihî bir “örnek”le mukayeseli biçimde düşünmeyi deneyerek zihnî ve sosyolojik
sürekliliği de kısmen vurgulamış olmak…
Tekrar konuya dönecek olursak biraz esefle söylemek gerekir ki, dön dolaş, aradan bir asırdan fazla zaman geçtikten sonra, gele gele “Jön Türkler”den “Jön Müslümanlar”a geldik… Tabiatiyle ve aynı zamanda Jön Türklerin, ne olduğunu, neye yaradığını, neye çâre olacağını tam olarak bilmedikleri “hürriyet” sevdasından, Jön Müslümanların “demokrasi” tutkusuna geldik de diyebiliriz.
Burada asıl ele
alınacak zümreye, yani kendi ikrarlarınca “Müslüman”, kendi dışlarından
alelumum bir bakışla “İslâmcı” denilen aydın-bürokrat-politikacı “makûle”sine,
Jön Türklükteki dönemleştirmeye benzer şekilde, “İkinci Jön Müslüman nesli”
demek daha doğru olsa gerek.
1980’lerin ortalarından 28 Şubat darbesine kadar geçen devri Jön Müslümanların “birinci nesli” temsil ediyordu. Bu “ilk nesil Jön Müslümanlar”ın en hararetli tartışmaları, “Vahyî kavramlar – Tâğûtî kavramlar” etrafında cereyan eder; “Medine Vesîkası” temelinde “çok hukuklu sistem”, “İran İslâm Devrimi”, “küfür düzeni”ne karşı da “âdil düzen” alternatifi vs. konularında yoğunlaşırdı. Kendilerinden olmayan “yufka” Müslümanlar demokrasi, hukuk devleti gibi “tâğûtî” ve “yavan” kavramlarla konuştular mı, sinir olurlardı. En hafif ve hoşgörülü tepkileri, böylesi “gafil”lere acımaktan ibâretti.
Jön Müslümanlarımız 28 Şubat “postmodern” darbesi ile birlikte “demokrasi”yi keşfettiler(!). “İkinci nesil Jön Müslümanlar”ın cemiyet, siyaset ve matbuat sahnesine çıkışı esas bu “keşif”ten sonradır. Yalnız, “hürriyet”in Jön Türkleri ancak “dolayısiyle” ilgilendirmesi gibi, 28 Şubat Darbesi’ne karşı hiç bir ciddî direniş gösteremeyen “Jön-Müslümanlar”ın “ikinci nesli” diyebileceğimiz 2000’li yılların İslâmcılarını da “demokrasi” doğrudan değil, dolayısiyle alâkadar ediyordu. Demokrasi, bundan böyle yerleşik Batıcı-laik-bürokratik düzene yahut “statüko”ya karşı olabilecek en geniş muhalefeti kendi öncülüklerinde seferber edebilmenin “anahtar terimi” olarak iş görecekti.
Jön Müslümanların 2000’li yıllardaki mâcerası, kaba taslak biçimde üç safha olarak ele alınabilir. Birinci safhada “Cemaat”in de dâhil olduğu, fakat çekirdeğini “Millî Görüş” bakiyelerinin teşkil ettiği çok daha geniş bir Jön Müslüman ittifakı söz konusudur. Bu geniş ittifak, önce 2012 Şubatındaki “MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması” ile sarsıldı, sonra da “dershaneler krizi” ve 17-25 Aralık vak’aları ile en kritik “üye”sini kaybetti. Hattâ o kadar ki, aralarındaki mesele “ihtilâf”ın da ötesinde “adavet”e dönüştü.
Birinci safhadan başlayalım… İslâmcı aydın ve okur-yazarların “Jön Müslümanlar”a dönüşmesinin işaretlerini en kolay bulabileceğimiz hâdiseler Kıbrıs’taki genel seçimlerle (2003) onu takib eden “Annan Planı” referandumu ve AB’den “tam üyelik müzâkereleri”nin başlaması için kesin tarih alınan 2004’deki Brüksel Zirvesi’dir.
Başını “İslâmcı” ve yahut “Müslüman” aydınların çektiği ve siyasî iktidar etrafında kümelenmiş çok geniş bir “ittifak” teessüs etti. Siyasî iktidarı destekleyen, ama aynı zamanda fevkalade “muhalif”(!) bir “ittifak”… Neye “muhalif”? Neye ve kime karşı? “–Derin devlet”e, “vesayet”e, “millî devlet”e (onlar niyeyse “ulus-devlet” diyorlar, ısrarla), “üniter” yapıya, “TC’nin” Kıbrıs’taki “çözümsüzlük”(!) politikasına, bu politikanın senbolü hâline gelmiş olan Rauf Denktaş’a karşı… Bu “ittifak”ta sağ-liberaller, sol-liberaller, Ortodoks Marksistlerin bir kısmı, siyasî Kürtçüler, Taşnaksütyun artıkları vs., âdetâ “yok” yokdu!.. Tıpkı Sultan Hamîd’e karşı kurulan, gittikçe büyüyen ve sonunda netice alan geniş cephe ittifakı gibi… Türkçüler, İslâmcılar, Taşnakçılar, bilumum Balkan komitecileri, Rum çetecileri vs., nasıl ki, Sultan Hamîd ve “istibdad” aleyhtarlığı, Meşrûtiyet ve Hürriyet taraftarlığında bir araya gelmişti, şimdi de daha çok “derin devlet” ve “askerî vesâyet” aleyhtarlığı adı altında başka bir ittifak kuruluyordu.”
Bugün sık sık gündeme getirdiğimiz Kürtçü-İslamcılığı ve bunların İslam düşmanı HDPKK taraftarı olmasını ise yine Müfid Yüksel’den okuyalım:
Müfid Yüksel: İslamcıların Kürtçüleşmesi
PKK ve İslamcılar (Baran dergisi, 15 Aralık 2017)
Barzani ailesi Nakşibendi ailesidir ve sonra
sekülerleşmiştir. Hâlâ İslâmî kimlikli kimseler var ancak, temsilciler değişti.
Bu projenin Türkiye’deki ayağı dinî gruplara çok daha zarar verdi. Mesela
1980’lerdeki radikal İslâmcılık Türkiye’de dinî
gruplara çok zarar vermiştir. Seyyid Kutub
ve Mevdudî’den çok etkilendiler. Mevdudî-Kutub çizgisi İslâmî gelenek
yapılarına karşı kullanıldı. Kitabevleri çevrelerinde tekfirci yapılar gelişti.
Bunlar Selefî zihniyetli hareketler. Ali Şeriati üzerinden İran övülüyordu,
Seyyid Kutub, Mevdudî üzerinden de Selefî tandanslı gruplar oluştu. Bunlar bir
arada hareket ettiler ve Ehl-i Sünnet’i hedef aldılar.
İki zıt kutup aynı zeminde birleşti, Ehl-i Sünnet’i hedef
aldı yani.Evet, çelişkili olmasına rağmen öyle… Hasan el Benna okunuyor, diğer taraftan Seyyid Kutub zihniyeti okunuyordu. Humeyni ve Şeriati de çok fazla okundu. Bunlar Müslümanlara çok zarar verdi. 1925’ten sonra Türkiye hep tasfiye yaptı. Marksist gruplar da devreye girdi. 1980’li yıllardaki aşırı İslâmcılar Mevlana Halid’i tasfiye etmeye kalktı.
Nakşiliği…
Evet. Türkiye’ye Nakşi ekolünü getiren zat. 1950’li yıllarda tek parti döneminin baskıları hafifledi, dinî kesim tekrar boy göstermeye başladı. Devletin ağır baskılarından kurtulmak için devletin aşırı Türkçülüğü İslâm ile karıştırıldı.
Baran Dergisi’nin 559. Sayısında attığımız manşet: “İttihad-ı İslâm Davasının Ayrılmaz İki Kardeşi: Türkler ve Kürtler”… Türkler ve
Kürtleri ayırmaya çalışıyorlar yani…
Tamamen böyle. Bu bir anda yapılan bir şey değil. Yavaş yavaş işlediler projeyi, Türk ile Kürdü birbirine küstürdüler. Araplar da sekülerleşince Kürtlerin potansiyeli iyice azaldı… Kürtleri önce Müslümanlar ile küstürüyorlar, sonra da İslâm’dan uzaklaştırmak istiyorlar. 50’li yıllardan itibaren muhafazakâr camiada meydana çıkan “Türkçülük” akımı… Bunların hepsi bir arada işlem gördü, hepsi birbirini tetikleyince karşımıza bir sorun çıktı. 1980’lerde Kürtler arasında İslamcılık daha yaygındı, solculuk da vardı; ama onun yanından geçemezdi… Ne yazı ki Kürt gençlerinin dine teveccühünü Seyyid Kutub-Mevdudî çizgisi ile birileri heba etti; 90’lı yıllarda kadrolarını hep PKK’ya kaptırdılar. PKK sempatizanları içerisinde çok fazla sayıda eski İslamcı vardır. Şimdiki gelinen nokta daha da fena…
Bu yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, ister, modernist-pozitivist ve seküler-laik bir düzenin taraftarı İslamcılık olsun, isterse, Postmodern-liberal ve küreselci bir düzenin taraftarı İslamcılık olsun, ana hedefleri: Ehl-i sünnet, Osmanlı, Tasavvufî ve Maturidî itikad, anlayış, örf ve devlet aklını imha etmektir.
Bütün islamcılık hareketleri bu amaçla, Batı tarafından hep desteklenmektedir.
İslamcılık konusunda 2 yıl önce yazmış olduğum şu iki makaleyi dikkatinize sunuyorum:
İslamcılık, Gayr-i millî ve Köksüzdür
11 Haziran 2016, bolgepostasi.com
Türkiye’de
kendini “İslamcı” olarak nitelendiren yazar, çizerler, İslamcılığın halk
tarafından niçin benimsenmediği üzerinde hiç kafa yormak istemez veya görmezden
gelirler. Bu milletin, modernizmle haşır neşir olmuş İslamcılığa niye rağbet
etmediği gerçeğini bir türlü görmek istemezler. İslamcılığın çok büyük bir
entelektüel birikimi olduğu iddiasındaki bu çevreler, bu birikimin halkta bir
karşılığının olmadığını da anlamamaktadırlar. Bu niye böyledir?
Üstad
Necip Fazıl’ın ifadesiyle Türk milleti ve bunun genele şamil ifadesi olan
Müslüman Anadolu ahalisi, dıştan gelen her türlü siyasi akımı dışlamış ve
marjinalleştirmiştir. Bu sırasıyla; Tanzimat, Jöntürkler, Meşrutiyet, İttihat
ve Terakki, Kemalizm, liberalizm, laik sol, Marksist sol, Kemalist sağ, Kemalist
veya liberal İslamcılık, laik milliyetçilik, ulusalcılık, laik veya Marksist
Kürtçülük, Fetö, her türden mezhepsizlik hareketleri vs. dıştan ne kadar
destek bulurlarsa bulsunlar, genel anlamda Anadolu ahalisinde bir karşılığı
olmamıştır. Bunun sebebi ise, bu toprakların mayasının, bin yıldır insanlığın
adalet ve felah kapısı olmasındandır. Bu topraklarda, “mazlumun dini sorulmaz”
diyen bir Peygâmbere iman eden bir topluluğun yaşadığı ve tarih boyunca, hep
mazlumların sığınağı ve vatanı olmuş ana kucağı bir mekândır.
Bu
toprakların ahalisi, devletine asla isyan etmemiştir, kendisine uygulanan
yanlışları devletten değil, devleti elegeçirmiş çetelerin zulümleri olarak
bilmiş ve sabırla geçip, gitmesini beklemiştir.
Bundan 15
yıl önce, fetö, kendisiyle aynı bataklıkta yetiştiği ve kendine rakip gördüğü
Ergenekon raporunu yayınladı. Bu raporda, Batıcı ilk neo gladio olan Kemalist
Ergenekon yapı Türk milletinin (Müslüman Kürd de dahil), Batıcı rejime bakışını
ve niye isyan etmediğini şöyle tarif etmiştir:
Türk halkı, toplumsal geri kalmışlık, mutsuzluk ve umutsuzluğun
kaynağı olarak Kemalizm’i sorumlu tutar hâle gelmiştir.(…) Onca kötü ve
adaletsiz eğitime karşın; Türk insanı kendisini içinde bulunduğu koşullara
direnç gösterebilecek bir biçimde eğitebilmiştir. Bu nedenle —dış güçlerin onca
emperyalist çabalarına karşın— Türkiye Cumhuriyeti’nde geniş halk kitlelerine
dayalı sosyal ve siyasal patlamalar bir türlü gerçekleştirilememiştir. Türk
toplumu hangi görüş ve inanca sahip olursa olsun, —tarihsel birikim sonucu—
bilmektedir ki; ülke ayakta kalamadığında, birey olarak kendisi de var
olamayacaktır. Bu nedenle bir yandan varlığının devamını sağlamak, diğer yandan
“zulüm rejimi” olarak tanımlar hale geldiği mevcut düzeni değiştirmenin
yollarını aramaktadır.” (aksiyon, 12 Mayıs 2001)
Bu topraklar, mayasındaki “yerlilik ve millik” unsurunu her daim önde bulundurmuş ve hangi, görüşten olursa olsun, ilk olarak yerli ve milli olup, olmadığına bakmıştır. İşte! Bu sebeble Türkiye’deki İslâmcı hareketler Anadolu ahalinsin nezninde pek bir yer ve zemin bulamamış, sadece zihniyet olarak Batıcı bir kafaya sahip olan Muhammed Abduh-Cemaladdin Efganî ekolü olarak, belirli, okumuş ama halka yabancı, marjinal ve Batıcı dar bir aydın kadrosu olarak kalmışlardır (tıpkı diğer Batıcı zihniyetli oluşumlar gibi) İslamcılığın Türkiye macerası, incelenmesi uzun ve ayrı bir konu olmakla birlikte, Sünni ve sufi bir geleneğe sahip olan Anadolu ahalisi tarafından pek de benimsenmiş bir siyasi yol değildir. Bugün en uç noktada numunelerini gördüğümüz bu hareketlerin hemen hepsi, Batıcı bir zihniyete sahip, köksüz bir evrenselcilik güden hareketlerdir.
Üstad
Necip Fazıl, her zaman için bu İslamcı hareketlerden uzak durmuş ve onları halk
gözünde mimlemiştir. O, Müslüman Türk milleti der, Anadolu ahalisi der, bu
toprağın insanı der ama asla, modernizmin isimlendirdiği “İslamcılık” tabirini
kullanmaz.
Çünkü
İslamcılık 150 yıldır bu millete, bu toprağa, zarar vermektedir, mensubu olduğu
Batıcı bir kafayla, bu milleti kurtarmak istediğini iddia ederken, içinde
bulunduğu gafletin farkında olmayarak, hep (Jöntürk, İT ve vesayetçi
liberalizm gibi) hain yapılanmaların stepnesi olmuştur. Bu, 2 Abdulhamid’e
karşı provokasyon malzemesi olarak kullanılırken de böyleydi, Erbakan’a karşı,
küçümseme tavrı olarak ta böyleydi, Erdoğan’ı arkadan vururken de böyledir.
İddia
edildiğinin aksine, Batıcı zihniyetteki İslamcılığın bu millete bir faydası,
ona yeni bir medeniyet oluşumun ipuçlarını verecek entelektüel bir katkısı
olmamıştır. O, içinde yeşerdiği diğer Batıcı hareketlerle sadece ve sadece bir
iktidar kavgası vermiştir. Bu millete sunduğu şey ise, laiklik, ulusalcılık,
liberalizm sekülerlik tarafından yoğrulmuş, milleti diğerleri gibi
dönüştürmeyi hedefleyen modernist bir harekettir ve Müslümanın akidesine, İslamîlik
iddiasına olmayan diğer Batıcı oluşumlardan daha fazla zarar vermiştir,
vermektedir.
İslamcı Sefâlet Cephesi
Müslümanlara Karşı
Fazıl DUYGUN- Bölge Postası, 9 Şubat 2017
Son
günlerde, özellikle muhafazakâr medyada Erdoğan sayesinde köşe kapmış, bir çok
kişi, Batıcı Sol-Kemalist ve liberal kliklerin medyasına komşu olmaya başladı.
Hemen hemen hepsinin ortak noktası, amiyane tabirle; “Referandum
üzerinden Erdoğan’a çakmak”
Başını
“Operasyoncu Karar” gazetesinin çektiği
bu kliğin temel özelliği “İslamcı Sefâlet Cephesi” diye adlandırdığım
kliklerden oluşması. 15 Yıldır, AK Parti-Erdoğan üzerinden kariyer yapan,
belirli yerlere gelmiş olan, gazetelerde ve tv’lerde köşe-ekran kapmış olan bu
klikler, özellikle 6 Mayıs’ta, bağlı bulundukları Ahmed Davutoğlu’nun
başbakanlıktan şutlanmasıyla birlikte, “Erdoğan’a” müthiş bir kin beslemeye
başladı veya içlerindeki kini açıkça kusmaya başladı.
Kimdir bu “İslâmcı Sefâlet Cephesi” ve
neden Erdoğan’a kin kusup, millet düşmanı kliklerle aynı safta yer alabiliyor?
Önce,
Bunların kim olduklarını kısaca Üstad NecipFazıl’ın kaleminden okuyalım.
İÇ
GÖRÜNÜŞ
Cumhuriyete
kadar böylece geldikten sonra, hemen peşinden, ne bir mezhep ihtilâfı, ne bir
sapık kol çekişmesi, ne de doğru yol üzerinde herhangi bir muhafaza veya kaybetme
korkusu, İslâm’a bütün kapıların kapatıldığına şahit olduk.
Bu hal
1923’ten 1950’ye değin 27 yıl sürdü ve o tarihte Demokrat Parti’nin iktidara
gelmesiyle İslâm hesabına bir yumuşama çığın açıldı.
Bu
çığırın açılma istidadını kazandığı demlerde ben Türkiye’nin en büyük
bankasında müfettişlik makamında ve en lüks şartlar içindeyken -herhalde bağlı
olduğum büyük kapının ruhuma üflediği feyz eseri olsa gerek- herşeyi teptim,
bankadan istifa ettim ve kendimi fikir kavgası hayatına verdim…
Gözümde,
o zamandan, manevi alevler ve dumanlar içinde batan bir Türkiye vardı; ve ona
4-5 asır önceki hayatiyeti yanında o günkü veya bugünkü can çekişmesini
anlatmak ve kurtuluş yolunu göstermek için dünya çapında büyük bir fikir
hamlesine girişmekten daha aziz bir gaye düşünülemezdi..
Kendimi
bu gayeye adadım ve 1943’de Büyük Doğu’yu çıkardım…
Başvekil
«Şükrü Saraçoğlu» imzasıyla «Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!» şeklinde
gazetelere tamim gönderilmesine sebep olan yazılarım, yüksek mekteplerdeki
hocalıklardan kovuluşlarım, kanunsuz asker edilişlerim, hapislerim, aç
kalışlarım ve türlü çilelerim neticesinde küfür buz dağının nasıl erimeye
başladığı, bu arada ne gibi bir gençlik mayasının tutma istidadını gösterdiği,
1960 gece baskınını takip eden yıllarda bu gençliğin Milli Türk Talebe Birliği
çatısı altında ne türlü karargâh kurduğu, Anadolu’yu telgraf hattı şebekesiyle
bir baştan bir başa kuşatıcı
konferanslarım,
neler neler!..
Ne oldu?.. Buz dağı erir gibi oldu ama, ortalığı
çamur bastı. Öyle bir çamur ki, bul bakalım yolunu bulabilirsen…
Teaddi,
taarruz, hücum ve hamle, bizim gençliğimizden ziyade karşı tarafa geçti…
Aş
evimizin yemeklerini ancak camekânlarında seyretmekle pişirebileceklerini
sananlar, bir taraftan aceze basın mahiyetinde dâvamızı helak ederken, öbür
taraftan da aziz ve nazik gayeyi aksiyona dökme yolunda bir parti kurdular ve
artık belini doğrultması çok zor şekilde harcama ve alçaltına hamaratlığına
giriştiler.
Meydan yerini, tenekeci, kalaycı, kurşuncu tarzında
«ci, cı, cu»lar sardı…
Sahte
veliler enflasyonu önünde gerçek irşad makamının bedeli ödenemez çapa yükseldi.
İçtihad
kelimesinin elifi üzerinde bile fikir sahibi olmayan haylazlar müçtehidliğe
yeltendi.
İlahiyat
Fakültesi ve enstitüler, için için, vecdsiz ve haşyetsiz, kısır mantığına göre
fetva verici, hususi bir mamul yetiştirmeye memur edildi.
Diyanet,
rejim hürmetine şeriat katli cinayet işlerini, Fransız İhtilalinin
giyotinlerinden daha cömertçe yerine getirdi.
Tasavvuf
ve bâtın yolu aleyhtarı birtakım vehhabilik karalamaları, başıboşluk havası
içinde kendilerine bir cereyan açma sevdasına kapıldılar.
Ruhların
gizli bir köşesinde, kemaline inanmadıkları şeriatı çürük kalaslarla
payandalamak isteyen,
böylelikle
İslâmı dışarıdan tamire muhtaç bir harabe kabul eden reformcular içten ve
dıştan İslâm fikriyatını lekelemeye koyuldu.
Dinî
yayınları tefecilik pazarına döndüren borsacılar peydahlandı.
Saymakla,
anlatmakla bitmez!..
Ve bu
hava içinde yokluğu bile şuurlaşmayan bir idare… Hafakanlar içinde bir millet,
baskın, soygun, bozgun… Maddi ve manevi yıkım, ana-baba günü…
Bu mu
olmalıydı tam 40 yıllık çilemizin hasılası?..
Bu oldu
ve bunla da herhalde derin bir hikmet tecelli etti…
Bu
hikmet:
«YA OL,
YA ÖL!» ihtarı…
İç
görünüş budur!.
DIŞ
GÖRÜNÜŞ
İç
manzara buyken ve bu manzara İslâmî dâvayı, tek tüyünü feda etmeksizin cihana
tatbik ve dünya buhranının tek ilacı diye göstermek şöyle dursun, onu anlamak
istidadından bile zehirde hiçbir şey vaadetmezken, acaba dışarıda, İslâm
âleminde hal ve keyfiyet ne merkezde?..
Dikkat
edilirse hiçbir istidat vaadetmediğini kaydettiğimiz Türkiye için «zahirde»
tabirini kullandık…
Evet, bu
istidatsızlık ifadesi Türkiye’de zehirdedir, bâtında değil… Bâtında Türkiye,
toprak altında pişen bir maden gibi derin ve gizli bir oluş halindedir ve bu
zamana kadar takip ettiği tarihi seyr, ilâhî kaderden bir haberci olarak,
ebediyet dâvasını kurtarma ve yeryüzüne nakşetme işinin yine Türk’e nasip
olacağını veya böyle olmak gerektiğini göstermektedir…
Abbasilerde
gölgelenmeye başlayan İslâm nasıl Orta Asya’dan fışkırma, hamlığı içinde saf ve
temiz bir
ırkın elinde pırıldamaya başladıysa, yine onun elinde karanlığa atıldıktan ve
son 150 yıl içinde büsbütün çamura batırıldıktan sonra, kemal ve zeval kanunu
gereğince şimdi dünyasını yine Türk’ten beklemektedir…
Her şey
burada bozuldu ve bütün İslâm âlemini bozdu; şimdi herşey yine burada
düzelmelidir ki, her yerde düzelsin…
Birinci
ve İkinci Dünya Harplerinden sonra çoğu bizden kopmuş olan ve sahte
istiklâlcikler içinde başları boş kalan İslâm toplulukları, tepelerine yerleşmekte
ve onları deve gibi kullanmakta usta, birtakım lider müsveddeleri elinde, bu ve
öbür dünya nimetlerinden mahrum bir sürü haline getirilmiştir. Batı kuklası bu
liderler, batı kuklalığının manasını Türkiye’den almışlar ve işte hemen hepsi,
bu mananın aynı kalıptan çıkma maketleri olarak türemişlerdir…
Dikkat buyurulsun, hepsi de Türkiye’den
devşirdikleri bir mananın maketleri… Onun içindir ki, “Önce Türkiye’de
bozuldu ve her yerde bozuldu, şimdi Türkiye’de düzelmelidir ki, her yerde
düzelsin…” hükmüne varmış bulunuyoruz…
Bugün
İslâm âlemi öyle bir ehrama benziyor ki, kaidesi, yani halkı Müslüman, zirvesi,
yani güdücüleri de İslâm düşmanı…
Anadolu’nun
cenubundan taramaya başlayarak, Irak ve Suriye’den geçerek, Şimali Afrikayı
baştan başa dolaşarak ve bu arada İran, Pakistan, Cenubi Asya ve Arabistan ve
sonra Orta Afrika üzerinden sekerek İslam ülkelerine bir göz atınca görürüz ki,
hiçbir tarafta devlet idaresi, millet sesi ve mütefekkir nefesi olarak İslam’ın
mahiyet ve istikbâlinden haber verici tek iz
mevcut
değildir… Aralarında şeriati sadece kelimede yaftalayıcı Suudi Arabistan ve
Libya, dış yüze mıhlı tavırlarıyla İslâmı büsbütün dondurmuş, imtizaç kabul
etmez katıklarla bozmuş ve buz dolabına kaldırmış durumdalar… Birinde itikadi
temelinden mahrum, bulutlar üzerinde durdurulmaya çalışılan, böylece olanca
feyzinden mahrum kılınan bir şeriat yapısı, öbüründe de Yeniçeriliğin
çürüme devrindeki «Şeriat isteruk!» nidasına eş bir eda içinde mektep kaçağı
bir çocuktan fışkırma sosyalistlik gayreti…
Evet, sosyalizma.
Bu, yeni zaman belası eski mikrop, İkinci Dünya Harbi sonrasının uyuz
hastalığıdır ve hemen tüm İslâm ülkeleri liderlerinin kaşıntısı mevkiindedir…
Bari,
sosyalizma nedir, nereden ve nasıl gelmiştir, Batı fikriyatında kıymet hükmü
nasıldır.
İslâm ile
imtizaç imkanı hangi nispettedir, bunları bilselerdi can yanmazdı.
İslâm
gibi, kul çapında, bütün kul çatısı mezheplerin, sonları (izm) ile biten
arayıcılıkların dileyip de gerçekleştiremedikleri hikmet ve hakikati kendi
zatında hamil ilâhi müessese, her şeyin doğrusunda bizzat âmil ve eğrisinde
mani iken nasıl olur da yabancı mahiyetlerle etiketlendirilebilir ve onların
lokomotiflerine vagon diye takılabilir?.. İsim, onların arayıp da bulamadığını
verir ve hiçbirinin hüviyetiyle nitelendirilemez…
İşte bu
nice hikmetten öksüz yaşayan ve onu dillendirebilecek, kitaplaştıracak bir
fikir hareketine yataklık edemeyen İslâm âlemi, elinde nimet olduğu kadar baş
belâsı bir petrol hazinesi, moda cereyanlara esir ve ayrıca Yahudi kurmaylara
zebun, horuldar veya boş yere tepinir dururken, misâllerini gördüğünüz maymun
reformcular dışında ne vaadedebilir ki?..
Dış
görünüş de budur!..
(Necip Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık
Kolları, syf: 70-74. Büyük Doğu Yayınları)
Böyle bir
geçmişe sahip olan bu klikler/yapılar, temel olarak, Batıcı-modernist
düşüncelerle yoğrulmuş ve adına “ İslamcı” denilen, 150 yıllık bir fitne
ve çökertme odaklarının ülkemizdeki kollarıdır.
İslamı ve Müslümanları savunma(!)
gayesindeki bu hareketlerin ortak noktası, Ehli Sünnet itikadının tahrif
edilmesi ve sünni geleneğin imha edilmesi olmuştur. İslamın ve müslümanların
Batılılaşarak, modernleşmesi mücadelesini veren bu nev zuhur akımlar, İslam dünyasındaki
çöküşün ancak, bu şekilde önlenebileceği iddiasındaydılar.
Ancak,
çoğunun kafa yapısı olarak, içlerinde yetişip, büyüdükleri İslam milletleri ve
ümmete düşman bir zihniyete sahip oldukları için, yeterince taban bulamadılar,
İçlerinde azınlık bir kesimi samimi olmakla birlikte, bütün bu Batıcı
zihniyetteki İslamcılar, neticede, 150 yıldır, Batı’nın müslüman milletlerin
üzerine yüklediği bir kambur, bir ur olarak günümüze kadar geldi.
Batıcılık merkezli İslamcılığın karakteristik özelliği, Sünnilik, Osmanlı ve Türk
milletiyle temel bir sorununun olmasıdır. 3 yıl önce kendisiyle, Kırım üzerine
gerçekleştirdiğim bir röportajda, MHP’nin önde gelen düşünce adamlarından biri
olan ve Biyografi.net Yayınevi sahibi araştırmacı-yazar Mahmut Çetin bu sorunu
şöyle izah etmişti:
“Bu da ne yazık ki bizim Türkiye’deki İslamcı
hareketin sorunlarından dolayı, kimlik nedir sorusunu İslamcı hareket
cevaplandıramadığı için, eline yüzüne bulaştırdığı için, Türkiye’de de
“efradını cami, ayarını mani” doyurucu bir Türklük tanımına ulaşamadı. Yani
bölücü bir Kürtçülük caizdir. Bölücü bir Arapçılık caizdir. Vehhabilik bunun
içerisinde caizdir. Farsçılık caizdir. Her türlü fitne fücur İslam’a göre yer
bulur ama sen ağzını açıp da Türk Milletindenim dediğin zaman o caiz değildir. İmparatorluk yıkılalı yüz
yıl oldu. Yüz yıldır İslâmcılık hâlâ bu işin toparlanmasına engel oluyor. Yani
İsmet Özel’i çıkışları da kör gözün parmağına hesabı, bunlardan umudunu kesen
bir adamın çıkışları. Ne yazık ki öyle.
İslamcı camianın bakışı Cemalettin Afgani, Muhammed
Abduh çizgisinden kaynaklanıyor. Yani Batıcı bir zihniyetle İslam’ı yorumlamak?
Tabi öyle
ama. Şimdi oralara girecek değiliz. Yani başlangıç için öyle bile olsa bugün
yüz yıl geçmiş bir durumda. İslamcılığın bunu tashih edebilecek birikimi
var ama edemiyor, etmiyor.
Üstad Necip Fazıl biliyorsunuz bu noktayı çok güzel
belirtmiş. Eserlerinde ama özellikle İslâmcılar bundan uzak duruyor.
Üstad’ı fıkra kahramanı gibi anlatıyorlar, bunların
Üstad’ı okuduğu yok. Ancak kullanılan bir malzeme. Yerlerine, işlerine göre
kullanıyorlar. Yoksa Üstad’ın kendi içersinde tutarlı bir şeyi var. ‘Oğuz’un
altın nesli’ diyebilen, ‘Türkün ruh kökü’ diyebilen bir fikir adamı.
Ben ultra milliyetçilik yapalım diye söylemiyorum
bunu. Ultra-milliyetçilik benim umurumda değil. Ben ultra-milliyetçilik
yapılmasına, Batılı mânâda milliyetçilik yapılmasına karşıyım. Benim böyle bir
sevdam yok. Ben sadece kimlik tanımını yapabilmemiz için, ‘ben Türk
Milletindenim ve İslam ümmetindenim’ demek istiyorum. Bu durum tespiti bile
bazı insanları rahatsız ediyor. Problem bu. Biz bunun Türkiye’de doyurucu bir
izahını yapamıyoruz. Sadece Kürt sorununda değil, beşeri ilişkiler bazında da
yaraya merhem şeyler söyleyemiyoruz. Hem Rusya’da, hem Kırım’da karşımıza çıkan
sorunlarda bunun yansımalarını görüyoruz. Biz doğru cevapları, doğru usulleri,
doğru metotları kurabilirsek, oralara şifalı bir şeyler söylüyor olacağız.
Sorun içeride diyorsunuz.
Tabi. Biz
iç tutarlılığı sağlamış olarak konuşmuyoruz. Bizim kendi tutarsızlıklarımız
var. Yani iki dilli konuşmak, takiyye yapmak bizim medeniyetimizde olmayan bir
şey. Ama bugün tıpkı Bektaşi-masonik yapılar gibi, ne yazık ki dindarım diyen
insanlarda ikili dil konuşur hale geldi.
Enterasan bir ittifak!
Konumuz doğrudan bu olmasa bile, bütün iş
Türkiye’de katalizör siyasi akım olan İslâmcılık’ta. Ne yazık ki
İslamcılıkla İslamiyet karıştırıldığı için, bizim bunu sokaktaki
insana anlatma imkanımız yok. Dolayısıyla her konuda İslamcılık
belirleyici. Sorunları çözümsüzleştiren de o.
Adam şahsiyetini ortaya koymasın. Sen kimliğini
açıklama, o da kimliğini açıklamasın!
Türküm demeyelim. O da o zaman ‘Kürdüm’ der. Böyle
bir şey nasıl olur. Ve bu nasıl telaffuz ediliyor. Tepki olmuyor. Bakın
Türkiye’deki düşünce krizi çok derin. Bir yazarımız edebiyatçılar ve
yazarlar sözlüğü yazdı. ‘Türkiye Yazarlar ve Şairler Sözlüğü’ diye bir
isim koydu. Almanya’da böyle bir kitap olmaz. ‘Almanya Şairler ve Yazarlar
Sözlüğü’ olmaz, ‘Alman Şairler ve Yazarlar Sözlüğü’ olur. Fransa’da
olmaz. Türk dememek için her türlü taklayı atıyorsun. Bu nasıl bir ruh halidir?
Allah bizi bunlarla birlikte haşretmesin.”
** ** **
Bugüne gelecek olursak?
Bu
İslamcı Sefâlet Cephesi’nin, Mustafi
Başbakan Davutoğlu’nun şemsiyesi altında, (Gül-Arınç-Atalay-Babacan) kliğiyle
birlikte, küresel çetenin-Obama, Hillary, Merkel, İngiltere- emelleri uğruna
önce Erdoğan’ı pasifleştirmek daha sonra da iktidardan uzaklaştırma
projesi, son anda önlenince, kumpas iyot gibi açığa çıktı. 15 Temmuz işgal
girişiminden önce, Erdoğan’ı, Filistin davâsını satmakla suçlayacak kadar
azgınlaşan bu sefiller, milletten gelen tepki üzerine sus pus oldular.
15 Temmuz’u mecburen desteklemek
durumunda kaldıkları için, içlerindeki kini kusacakları bir zemini beklediler.
Referandum onlara bu fırsatı verdi.
Milletin gözünde, FETÖ gibi “bir ihanet
odağı” olarak tescillenmenin verdiği çılgınlıkla, her gün kinlerini
kusmaya devam ediyorlar.
Bütün
dertleri, ahmakça kullanıldıkları küresel çete hesabına, Türkiye’yi, Mısır
(İhvan-ı Müslimin) Libya, Suriye ve Yemen gibi, iç savaşa
sürükleyememenin acısını Erdoğan’dan ve onu destekleyen, Türk milletinden ve
müslüman Kürd halkından çıkartmak!
Haksöz,
Karar gazetesi, Saadet Partisi ve bir çok STKlar, hem referandum ve 24 Haziran
seçim sürecinde, Ak Parti üzerinden, Erdoğan’a ve MHP’ye çatan İslamcılar, 28
Şubat’ı bile akladılar. “Bu zulmü 28
Şubat’ta bile görmedik” söylemlerinden, 28 Şubatçı generallerin yargılanıp,
ceza almasına karşı çıkan İslamcılar, 15 Temmuz iç savaş ve işgal
girişiminin faili FETÖ’yü masum göstermeye, HDPKK’yı bile şirinlik atfetmeye
çalıştılar.
AK Parti,
MHP le Cumhur ittifakına gittiği için, MHP’yi “Kürt Düşmanı, Faşist” diye
suçlayan İslamcılar, MHP’den ayrılan “Balkan Komitacısı, Seküler ulusalcıların, Meral Akşener önderliğinde
kurduğu “İyi Parti”yi ise desteklemekten geri durmadılar. İslamcılar, Osmanlı,
Sünni-Hanefi Türk ve Maturidî devlet
fikrine karşı, Batıcı-Küreselciliğin tarafını tuttular.
Devletin
yeniden millileşerek, milletiyle barışıp, Milli-İslamî bir örf ve hayat tarzına
dönüşmesini ve böylece ümmete tekrar kurtuluş ümidi olmasının önüne, Batı adına
set çekmeye devam ediyorlar.
Yorumlar
Yorum Gönder