"POZİTİF” ÇARPIKLIĞIYLA POZİTİVİZME DAİR

Fazıl DUYGUN

Salt Akıl:

"Saflık” mı, Akıllılık mı?

Batı felsefesi... Hepsi Batı tandanslı oldukları için, Batıyı “baskın”unsur olarak ele alırlar; dünya tarihini Batı tarihinden ibaret sanırlar ve diğer toplumların tarihiyle sosyal yapısını Batıya göre yorumlarlar. Dolayısıyla; diğer toplumların tarihî “evreleri” Batıdaki gibi olmadığı için, onlar “medeniyetsiz” bir sürü olarak görülürler. Emperyalist güçleri sayesinde diğer toplumlara (İslâm dünyası ve öbür “Üçüncü Dünya”(!) toplumlarına), kendilerinde bulunan ve Batılı toplum değerleriyle bu medeniyetin ürünü olan müesseseleri zorla kabul ettirmeye çalışırlar.

Pozitivizm de, "salt" aklın egemenliğini ilan ettiği; Batı değer yargılarını öne çıkardığı ve bunun yanında, “ideolojileri reddeden” bir ideoloji olduğu için, o da insanlık tarihini tek bir toplumun tarihi imişçesine ele alır ve yine referans olarak Batı merkezlidir.

İnsanlık tarihi Batı toplumlarının tarihidir. Batılı olmayan diğer toplumlar, “Batı’dan koptukları” için, gelişmemiş ilkel toplumlar niteliğindedirler.

Meselâ insanlık tarihi, Auguste Comte’un belirlediği üç evreden oluşmuştur. Bunlar:

1- Teolojik Çağ
2- Metafizik çağ
3- Akıl-Bilim çağı (İnsanlık dini olmasın sakın!..)

Batı toplum tarihi ve kurumları, her ne kadar yukarıdaki genellemeye tam olarak uygun olmasa da, bu tanımlamaları çağrıştıran noktalardan geçmiştir. Ancak burada hataya düşülen bir nokta var. Meselâ Teolojik çağda toplum idaresinin, dinlere göre ve rahipler tarafından yönlendirildiğine dair bir tespit... Oysa, Batılı’nın toplum tarihindeki dinler (her ne kadar içinde bir kısım ilâhî emirler de olsa), o dönem insanlarının ve özellikle rahiplerin zihniyetinin yanısıra, o dönem “aydın”larının ve iktidar temsilcilerinin “aklıyla” yoğrulup şekillendirilmiş, ana kuralları oluşturulmuş dinlerdir.

Misâl vermek gerekirse; Comte, "Teolojik hâl"i şöyle ifade eder:

"(Bilim ve sanayi toplumunun doğuşundan bahisle...) Teolojik ve askeri sıfatlarla belirginleşen (askerî kurumlar Teolojik çağın temellerinden biridir) belirli bir toplum tipi ortadan kalkmaktadır. Ortaçağ toplumunun bağı, Katolik Kilisesi’nin yorumladığı yüce dindi. Teolojik düşünme biçimi, savaşçılara verilen önemle kendini gösteren askerî etkinliğin üstünlüğü ile çağdaştır.

Bir başka tip toplum, bilimsel ve sanayi toplumu doğmaktadır. Ortadan kalkan toplumun Teolojik olması anlamında, doğan toplum bilimseldir. Geçmiş dönemleri düşününce, biçiminin teologların ya da din adamlarının düşünce biçimi olması gibi; modern çağın düşünce biçimi, bilim adamlarının düşünce biçimidir. Bilim adamları, toplumsal düzenin ahlâkî ve entelektüel temelini yaratan toplumsal kategori olarak; din adamlarının ya da teologların yerini almaktadırlar. Bilim adamlarının, din adamlarının yerlerini alması gibi; sözcüğün geniş anlamında sanayiciler de, yani girişimciler, fabrika müdürleri bankacılar da, savaşçıların yerini almaktadır. İnsanların bilimsel olarak düşünmeye başladığı andan başlayarak, toplulukların ana etkinliği, insanlar arasındaki savaş olmaktan çıkar ve insanların doğa ile savaşı ya da doğal kaynakların daha akılcı kullanımı haline gelir.”(1)

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Teolojik denilen çağ da, aslında aklın din hâline getirildiği bir çağdır. Açıkçası; yozlaştırılmış olan Hıristiyanlığın, Aristo mantığı ve kuralları çerçevesinde tekrar yorumlanıp yeni bir din (Akıl dini) hâline getirilmesi ve tabiî olarak bu kuralların dogmalaş(tırıl)masıdır.

İnsan ruh ve düşüncesini gerektiği yetkinlikle ifade edemeyen önceki dönem yozlaştırılmış Hıristiyanlığı’na ve onun tekâmül eden hayatı kavrayıp zamanın nabzını tutamamasına bir tepki olarak geliştirilen “bilimsel ve sanayici” çözüm de, artık anlamış oluyoruz ki, pörsüyen “akılcılaştırılmış” dine, yine pörsümeye mahkûm “akılcı” bir cevaptır. Çözüm yine, belirli bir “an”ın perspektifinde oluşmuş içtimaî zihniyetin ve aklın gösterdiği kurallar, yaptığı tanımlamalar olmuştur. Böylece “Aydınlanma Çağı” dedikleri, insan aklının yeni ve başka isimlerle dinleştirildiği bir çağa adım atılmıştır.

Görüş itibariyle, günümüzde de hâkimiyetini sürdüren bu çağda, Batı toplumlarının ve insanın bunalımlarını çözmeye çalışan; içinde yaşadıkları ve tersinden de olsa “yaşattıkları” Batı değerlerine ve ahlakına “göre”, kurum ve kavramları tekrar ve yeni anlayışla, ama “saf-salt” akla “göre” yorumlayan Batılı fikir adamları çıkmıştır. Neticede, akıl yine akılla, Aristo Hıristiyanlığıyla savaşmıştır. Savaşmıştır da zafer mi kazanmıştır? Hayır!.. Batı hâlâ kendi içinden çıkardığı “akıllar” ve “akıllılar”la savaşmaya devam etmekte; hâlâ insan ruh ve hayatını yalnız kendisinin izah edebileceği ve yalnızca kendisinin gösterdiği alternatiflerin yaşanabileceğini iddia etmekte; dolayısıyla, insanlığın yaşadığı bunalıma yeni bunalımlar katmaktadır. İnsan kendi aklını “ilâh” edinip böyle bir “teolojik sapma-putperestlik”te karar kılmaya devam ettikçe, bataklığın dibine biraz daha sürüklenmektedir.

Eskimiş “Akıl”larınızı Atın; Comte’dan size “Katkı Maddesiz Akıl!

Pozitivizm; saf akılcılık yahut insan aklının, hayatın bütün meselelerini çözebileceğini iddia eden ve insanın mutlak olarak “aklın” koyduğu kurallara göre yaşadığını belirten bir ideoloji... Kurucusu Auguste Comte tarafından, değişik insanî olayların temel “dizi”sinin, tek bir plana göre “akılcı” düzenlemesi olarak ifade edilir.
Comte, ideolojisinin temeli olan "üç hayal yasası”nı şöyle açıklar:

1- İnsan düşüncesi; olguları, insanın kendisiyle kıyaslanabilecek varlık yahut güçlere mâlederek açıklar.(Teolojik Çağ)

2- Doğa gibi soyut nesnelere başvurur (Metafizik Çağ)

3- İnsan, olguları gözlemlemekle yahut aralarında belirli bir ânda veya zaman içinde varolabilecek düzenli ilişkileri düzenlemekle yetinir. Olguların sebeplerini keşfetmekten vazgeçer, onları yöneten yasaları bulmakla yetinir.

Comte, 1. Hâl yasasında, insanı Allah ile kıyaslama hatasına düşerek, Allah’ı da insana benzer bir varlık olarak algılamaktadır veya sadece böyle algılayanları ölçü almak işine gelmektedir.

Üç hâl yasasının 2. Maddesinde de; varlığı matematiksel formüllere tutulmayan “ruh” gibi, yaşanılan-hissedilen varlıklara “mücerret-soyut” oluşlarından dolayı farklıdır. Ona göre; mücerret varlık ve kavramlar, insan ve hayatla olan münasebetleri gözlüm yolu ile formüle edilemedikleri için değersizdirler.

Üç hâl yasasının 3. maddesi olan akılcılık-bilimselcilikte ise; olayların, olguların varoluş sebepleri değil, hangi matematiksel kanuna tabî oldukları önemlidir. Olguların sebeplerini değil de, nasıl sonuçlandıklarını önemsediği için; aynı sonuçları doğuran olgular mutlaka aynı şartlarda ve aynı sebeplerden meydana gelmiştir.

Pozitivizm, yapacağı gözlemler veya araştırmalar için, bilim adamının herhangi bir ön yargı- değer yargısının olmamasını şart koşar. Yine ona göre değer yargıları, nesnel olmadıkları ve gözleme dayanmadıkları için, gözlemler sonucu elde edilen bilgileri değerlendirmede kullanılamaz.
Pozitivizm, değer yargılarına ve ideolojilere tamamen düşmandır. Çünkü, ne değer yargıları ne de ideolojiler, gözlemler sonucu oluşmuşlardır. Ve içlerinde aklî-formülleştirilmiş münasebet kanunları yoktur.

Pozitivizm, kendini ve ideolojileri şöyle yorumlar;

1- Eğer herhangi bir düşünce gözlem yolu ile doğrulanamaz ise, söz konusu olan düşünce ve inanç, öznel-subjektif bir değer yargısından ibarettir.

2- Eğer herhangi bir düşünce veya düşünce sistemi, belirli bir bağlamı aşamıyorsa; evrensel olguları yansıtmıyorsa; yanlı (tek taraflı) olduğu için (tümel değil, tikel-kısmî olduğu için), yine subjektif bir nitelik taşır. Bilimsel teori ise, gözlem yolu ile algılanan evrensel olgulara tekabül eder. Eğer teori/dünya ilişkisi, önsel-a priori değer yargılarından veya tikel bir bağlamdan arındırılmaz ise, sonuş bilimsel değil, ideolojiktir.(2)
Pozitivist anlayışa göre, sosyal bilimler; gözleme dayanarak nesnel-objektif nitelemeye yönelik oldukları için, “Bütün ideolojilerin doğal düşmanıdır” ve “İdeoloji, tercih edilen bir geleceğin önerilmesi demektir” ve “(Bilimsel) araştırma ise, güncel gerçeklerin olduğu gibi betimlenmesine dayanır”.(3)

Pozitivizm, yukarıdaki ifadelere göre, bütün ideolojilere düşman olmasına rağmen, kendisi de bir ideolojidir. Hem de, ideolojiyi reddeden bir ideoloji... Birincisi, kendisi de tercih edilen bir geleceği göstermiştir ve determinist anlayışıyla, insanların tercih ettiği gelecek çizgisinden çıkmalarına müsaade etmektedir.
Meselâ Comte, üç hâl yasasının sonuncusu olan pozitif (aklî) çağda, geleceğin toplum yapısına şekil vermemiş miydi?.. Ne demişti Comte; geleceğin toplumunda askerlere ve savaşlara yer yok; onların yerini bankacılar ve sanayiciler alacak!.. Bulunulan yerde ne yapmak gerektiği bile henüz tam olarak bilinemez iken, bu kadar uzaklara ideolojik istikbâl tercihlerine neden gidilsin?..
Bize bir düzeni açıklama ve hareket izni verme yeteneğine sahip olmayan her bilim, onun gözünde gereksizdir. Yani haklı görülemez. Dogmatik Comte, olasılık hesaplarını kabul etmezdi: “Madem ki yasalar genelde doğrudur, bu aşırı ayrıntı kaygısına ne gerek vardır? Dünyayı anlaşılır kılan yasalar neden sorgulanmaktadır?..”(4)

Comte’dan "Aydınlanmacı” Akıl: Erkek Dediğin Kadına Diz Çöktürür!

Pozitivizm her ne kadar reddetse de:

1- Kendiside sembolik (metafizik) bir düşünce ürünüdür.

2- Değer yargılarını reddeder ama kuruluşu, kendisini açıklayan ve doğrudan medeniyetin değer yargılarını baskın şekilde belirtir.

3- Putlaştırılan, dinleştirilen her aklî kuralın vardığı neticeye ulaşır: Dogmatikleşir.

4- Deterministtir.

Şimdi hepsini teker teker inceleyelim.
Metafiziği reddetmesine rağmen, kendisi de pek tabiî olarak insan zihninde kurulmuş, şekillendirilmiş ve ifadelendirilmiştir. Comte’un tanımlaması neydi: Nesnel olarak formülleştirilemeyen her olay, olgu ve kavram saçmadır! Öyleyse, bir noktada kendi çıkış noktasını suçlamaktadır.

Ayrıca... Her ne kadar bilimi değer yargılarından soyutladığı (!) iddiasındaysa da, kendisi de Batı medeniyetinin hayat anlayışı ve kültür yansımaları üzerine kurulmuştur. Meselâ iki çarpıcı örnek:

İlki... Darwin, teorisini açıklarken, kadınlar üzerinde şöyle bir yorumlamada bulunur:
"Kadınlar; beyinleri eksik, beden bakımından zayıf ve edilgendirler.”(5)

Bildiğiniz gibi Darwin, insanların hayvan soyundan geldiğini iddia ettiği için; kadınları da dişi hayvanlara benzetir ve teorisini o anlayış üzerine kurar. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, Darwin’in yaşadığı dönemde, İngiliz toplumunun kadınlara bakış açısıdır. Öyle ki, kadının, evde erkeğin cinsel dürtülerini tatmin etmek için yaratılmış bir varlık olarak görüldüğü ve adının yalnız cinsellikle beraber hatırlandığı toplum... Ve bu toplumun değer yargılarına göre yetişmiş bir insanın; düşünürken, bilimsel araştırma yaparken, teoriler kurarken, kısacası mesleğini yürütürken, onu, yetişmiş olduğu değer yargılarından ayrı düşünmek safdillik olur. Ki, bunu en iyi doğrulayan da, değer yargılarını saçma bulan Pozitivizmin kurucusunun; Pozitivizmi, saçma bulduğu değer yargılarına göre temellendirmiş olmasıdır.

Bir misâl... Auguste Comte’un kadın-erkek değerlendirmesi, bizim hani o “ilerici”lerin kızdığı Anadolu erkeğine teğet geçer niteliktedir. Comte’a göre, erkek dediğin, kadına diz çöktürür!.. Dahası da var: Erkek, gerçekte hiç kuşku yok ki, egemen durumda olmalıdır. Etkin ve akıllı erkek, esas olarak duyarlı olan kadının kendisine boyun eğmesini sağlamalıdır. Ama bir tür güç üzerine kurulu bu üstünlük, bir başka açıdan aşağılıktır, der Comte ve devam eder: Ailede ruhsal, yani en yüce güç kadınındır. Comte; varlıkların eşitliği, ama işlevlerin ve niteliklerin kesin farklılaşması üzerine kurulu bir eşitlik düşüncesine sahipti. Kadının entelektüel açıdan erkekten aşağı olduğunu söylediğinde, bunda bir üstünlük görmeye hazırdı. Bu arada kadın, aklın boş üstünlüğünden çok daha fazla önemli olan, ruh yahut aşk gücü idi. Auguste Comte’un şu güzel cümlesi hatırlanmalıdır: “Çalışmaktan ve hatta düşünmekten sıkılır; sevmekten hiçbir zaman!”(6)

Böyle yorumluyor Comte, toplumdaki kadın-erkek ve aile ilişkilerini ve yaşadığı Romantik çağ Fransız toplumunun görüşlerini yansıtıyor. Hattâ Comte, bir iki defa aşık olmuş. Birincisinde, bir fahişe ile evlenmiş ve yazarımız, hayatının en büyük hatasını yaptığını kendi dili ile söylemiş. İkincisinde, genç ve güzel Fransız sosyete duluna ilân-ı aşk etmiş ama bu aşk da “platonik” olarak kalmış.

Bütün bunları niçin mi yazıyoruz? Sevgili düşünürümüz, aşk acısıyla kafayı yeme noktasına gelip tedavi görmüş ve işte bu arada, teorisinin temellerini atmış. Şimdi soruyoruz: Pozitivizm’in babası olan bu düşünürümüz, düşünürken acaba nerede kendini değer yargılarından soyutlamıştır? Hadi diyelim ki, mensubu olduğu toplumun bazı değer yargılarını reddetti; pek iyi redderken yerine koyduğu yeni hâl ve tavırlarında kendisine göre bir değer yargısı oluşturmuş oluyor mu?

Karısı “Genel” Ev Kadını "Comte"un, Taptığı “Genel” Yasalar

Yayılmacı-emperyalisttir. Pozitivizm ve hak güçlünündür inancına sıkı sıkıya sarılır. İnsanlık tarihini (bütün Batılılar gibi), “genelde” Batı ile, özelde “Fransa” ile başlatır. Fransa’nın/Avrupa’nın geçirdiği “evre”leri, bütün dünya geçirmiştir ve bundan sonra da geçirmek zorundadır. Çünkü güçlü olan yaşar. Bütün Batılılar gibi; insan-toplum ve dünya, gücün emrindedir ve ancak böyle yaşayabilir düşüncesindedir. Güç, örgütlü olan kim ise, ondadır ve hayat, onun değer yargıları ve kurallarını izlemelidir.

Comte’un düşüncesinin hareket noktası, yaşadığı dönem toplumunun iç çelişkisi; “teolojik ve askerî tip” ile “bilimsel ve sanayi tipi” üzerine düşünmedir. Bu tarihî an, bilimsel düşünce ve sanayi etkinliklerinin genelleşmesiyle belirginleştiği için, bunalıma son vermenin tek yolu; teolojik toplum düzeninin geçmiş toplum düzenine yol vermesi gibi, toplum düzenine yol verecek bilimsel düşünceler sistemi yaratarak, “evrim”i hızlandırmaktadır.(7)

İyi ama; madem böylesine “genel” bir tanım getiriliyor, o halde, Comte’un çizdiği çerçevede bir teoloji çağı yaşamayan İslâm toplumlarının ve diğer Doğulu toplumların durumunu nasıl izah edeceğiz? Aristo’nun mantık kurallarına göre yontulmuş bir “din”(!) anlayışının “doğal” neticesi olarak ; “saf” aklın koyduğu, ölçüleri (ölçülendirme ölçüleri) belli olmayan, herkesin kendine göre bir tanım getirdiği, sınırlar çizdiği Batılı hayat tarzının anlamı, kendi inancını inkâr etmektir.

Bakınız ne diyor Comte:

"En güzel yasalardan, insan evriminin en temel yasalarından hareket ederek, insanların belirli bir biçimde kullanabilecekleri, genel bir determinizmi keşfedecek sentetik bir bilim olacaktır: Pozitivist deyişle ‘değişebilir yazgı’.”(8)

Sosyoloji için söylüyor bunları Comte. İyi hoş da, kim koymuş bu “genel” yasaları? Neye göre ve nasıl açıklanacak; “her” yaklaşımca doğrulanacak?..

Sayın Mirzabeyoğlu’nun söylediği gibi, “Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz”. Siz, bütün insanlığı kurtaracak bir fikre talipseniz; insanın yaşama gayesinin ne olduğu ve hayat hangi ölçülere göre yaşanıyor veya yaşanmalıdır, sorularını cevaplayabilmelisiniz. Eğer “saf” (ne kadar “saf” olduğu tartışılır; en son Bergson ve diğerlerinin tartıştığı gibi) akla ve düşünceye göre hayatın gayesi ifade edilecek ve ölçüleri konacaksa, ki bu hâlde konulan ölçüler; iyi, doğru ve güzelin ne olduğunu göstermekten çok; Üstadımızın da vurguladığı üzere, işi, sırf başkasının yanlışını göstermek olan başka bir “yanlış” felsefedir.
Neo-pozitivist Karl Popper’dan ilginç bir tesbit... Popper, bir gün öğrencilerine gözlem yapmalarını söyler. Öğrencileri cevap verirler Popper’a:
-"Neyi gözlemleyeceğiz hocam?..”
Popper, bunun üzerine şöyle bir değerlendirmede bulunur:

-"Öğrencilerim burada; rastgele gözlem yapılamayacağını, en ufak bir gözlem için bile bazı ölçülerin bulunması gerektiğini söylemek istediler: Neyi, niçin ve nasıl gözlemleyeceğiz?..”

Yazımızı   Ünlü Kuantum fizikçisi Einstein'ın şu sözüyle bağlayalım: Her ne kadar yaygn kanı, fizik yasalarının insandan bağımsız olarak  oluştukları şeklinde ise de, gerçek farklıdır; fizik kavramları, iyisiyle, kötüsüyle, insan aklının özgün ürünleridir.  (9)

Dipnotlar:
1- Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, s, 61
2- İlkay Sunar, Düşün ve Toplum,
3- age
4- Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri
5- F. Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan Yayınları.
6- Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, s, 82
7- age, s, 64
8- age, s, 64
9- Alev Alatlı, Nasihaname-1, Fesuphanallah,Turkuvaz yayınları s, 249
[Yeni Tahkim, Yıl: 1, Sayı: 8, 15 Eylül 1995, Sayfa 23-24]

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kissinger: Dijital Dünya düzenine geçişte, İlk önce Müslümanlar kül olacak!

17-25 Aralık FETÖ Darbesini 16 ay önce yazan gazeteci

Sayın Mustafi Başbakan