“Stratejik Derinlik”in Orta Doğu Faciası - Milli Dış Politika ve Davutoğlu



Bu haber 08 Eylül 2016 - 17:24 'de eklendi --  http://bolgepostasi.com/milli-dis-politika-ve-davutoglu.html


Bu makaleyi yazmama, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görevden alınan ve ardından kongrede Başbakanlıktan ayrılan  “Mustafi Başbakan Ahmet Davutoğlu”nun ekibinden” ve Yeni Şafak Gazetesi ile TvNet Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün 2 Eylül’deki yazısı ilham kaynağı oldu.
Ne demişti Karagül de, böyle bir yazıyı yazmaya koyuldum? Türkiye’nin, son 5 yıldır süren Suriye politikasının ABD tarafından belirlendiğini açıkça ifade etmişti Karagül. Yani, aslında Türkiye’nin kendisin sandığı Suriye politikası, Türkiye’ye yutturulan bir zehirmiş ve biz bu zehiri içmişiz maalesef. Aşağıdaki ifadeler bizzat İbrahim Karagül’e ait: “Türkiye, siyaseten doğru yerde durmuş olabilir. Suriye’nin demokratikleşmesi ve özgürleşmesi bakımından ahlaki bir pozisyon almış olabilir. Bu pozisyonun doğruluğuna inanıyorum. Ancak, o pozisyon, olayların gidişatına nasıl yansıtıldı, bölgeye yönelik politikalar ne kadar “milli” oldu, ABD’nin politikaları “milli” politika olarak mı Ankara’ya dayatıldı, bölgede görev yapanlar daha çok kimlerle iş tuttu ve kimlerin politik hesaplarını önceledi, sorgulanmalı.”
Şimdi filmi geri saralım, 2011 yılı kış- ilk baharı aylarına  gidelim. Bilindiği 2010 yılı 21 Aralık'ta Tunus’ta , işsiz üniversiteli ve seyyar satıcılıkla geçimini sağlayan bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan, daha sonra Mısır’a sıçrayarak, 30 yıllık ABD destekli Hüsnü Mübarek’i deviren “Arab Baharı” adı verilen ayaklanmalar başlamıştı. Bu halk ayaklanmaları, bölgedeki ABD-BATI destekli hükümetleri, rejimleri yıkıyor görüntüsüyle, hem Müslüman Arab âleminde ve hem de tüm İslâm dünyasında büyük bir sevince vesile oldu.
Bu ayaklanmaların, Suriye ve kimisi Suudi Arabistan vs. gibi Batı tandanslı rejimleri de yıkacağı öngörüsünde bulunuldu.
Bundan 5 sene yaşanan bu durum, zaman içinde anlaşıldı ki, bir Bahar değil, sonradan “Kara Kışa” dönüşecek, yalancı bir baharmış, yani sunî, zorlama bir bahar!

Orta Doğu’daki mazlumların, yıllardır süren zulme karşı bir gün ayaklanacağını iyi hesap eden ve bunun önünü almak isteyen Batı, ayaklanmaları programlı bir şekilde öne alarak ve de Müslümanları hazırlıksız yakalayarak, bu isyanlara istediği şekli vermeyi epey başarmış. Yani, klasik bir şekilde, Osmanlıya karşı “kavimlerin, toplumların bağımsızlığı” hissini kaşıyarak, onları önce parçalayıp, sonra yuttuğu klasik strateji. İşte bunu, İslam dünyasında bir kez daha uygulamak isteyen Batı,  zulüm altında inleyen insanların adalet ve özgürlük arzularını kışkırtarak, üstelik kendi desteklediği ama üzerinde yeni bir operasyon gerçekleştirmek istediği rejimlere karşı ayaklanmasını sağlamış ve bu toprakları bir kez daha istediği şekilde yönetmenin yolunu açmış. Mısır, Libya ve Tunus ve Suriye  bunun en çarpıcı örnekleridir maalesef. Mısır’da gitti zalim Mübarek, geldi katil ve zalim Sisi. Libya’da beş yıldır  bitmeyen bir kaos; Tunus’ta ise, Müslümanların “Ilımlı İslam projesiyle” baskı altına alınması, Suriye’de ise kanlı bir iç savaş.  işte bu projenin günümüzde bize yaşattıklarıdır!
Suriye, bu projenin en kanlı ayağını oluşturuyormuş maalesef ve Türkiye bunu çok geç anlamış. 100 yıl sonra, kendi uyguladığı ve Orta Doğu’yu bölüp, parçaladığı Skeyts-Picot’u yenilemek isteyen Anglo-Sakson aklı, Suriye üzerinden İslam dünyasına bir hançer saplamış. Biz bunu ancak 3-5 sene sonra anlayabildik.
Daha Libya’da rahmetli Kaddafi devrilmemişken,  ama Haçlı-Siyonist emperyalizm destekli çatışma stratejisi uygulanıyorken, Suriye’de asayiş ber-kemalken, dönemin İngiltere Ankara Büyükelçisi, Hatay-Kilis-G.Antep sınırını gezer ve “buralarda milyonluk kamplar kurmak gerekir” dediğinde de uyanmamış veya basireti bağlanmış bizim Dışişlerinin. Veya daha kötüsü bilerek bu oyuna alet mi olmuş? Acaba hangisi? İşte bunun üzerine  konuşacağız. Pek tabii olarak buradaki menfi kahramanımız dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’dur.
İngiliz Büyükelçinin bu sözleri 2011 Nisan sonu veya Mayıs başında TRT ana haberde sadece  bir kez yayınlandı. 2013 yılında Deniz Baykal bu konuyu bir kez daha gündeme getirdi ama kimse üzerine düşmedi.

Bir milletin, bir toplumun arzusuna dış güçler  yön tayin ederse?
Yukarıda, kara kışa dönüşen Arab Baharı’yla, Müslüman ve mazlum Arab milletinin arzularıyla nasıl oynandığından bahsetmiştik.
Bir buçuk asırdır Batı emperyalizminin zulmü altında inleyen İslam âleminin bir kolu olan ve 40 parçaya bölünmüş olan bu topluluk, zulüm altında inlerken, pek tabii olarak bir kurtuluş arzusunu da içinde yaşatmaktaydı. Yüz elli yıldır  bu toprakları işgal etmiş olan emperyalizm için bu arzunun ateş derecesi ve ne zaman patlayacağı sürekli analizlere konu en önemli mevzudur.

Önlenemeyen hürriyet ve bağımsızlık arzularına, emellerine , halkın içinden çıkardığı işbirlikçilerle veya Batı manipülasyonlarının tuzağına düşecek kadroları teşvik etmek suretiyle yön vermek, genelde Batı emperyalizminin, özelde ise Anglo-Sakson emperyalizminin asırlardır ustalaştığı bir sahadır. Ki, bunun bizdeki en büyük misali 120 yıldır başımıza belâ olan, Batıcı Jöntürk kökenli İttihat ve Terakki ve bugünkü Batıcı laik  zihniyetidir. İ.T. içerisinde her ne kadar, bazı samimi Müslüman Türk unsurlar bulunsa da, hareket esas olarak, Batı-masonik temelli ve yönlendirilmeye çok müsait bir hareketti. Nitekim 1909 yılında,  Sultan 2. Abdulhamid Han’ın devrilmesiyle de, Anadolu’daki Bin yıllık Müslüman Türk iktidarına son verilmiş oldu. Hem de Türkçülük ve Türkçülük tabanlı İslamcılık propagandasıyla.

Anglo-Sakson (yani Hristiyan-Siyonist küresel emperyalizm) İşgal ettiği topraklarda hep birkaç ata birden oynar. Bunlar, öncelikle  iktidardaki işbirlikçi güçleri kontrol ederek desteklemek. Daha sonra ise, bu güçlerin zulmünden bıkan halkın yöneleceği muhalif güçleri kontrol altında tutmak, veya sahte bir muhalefet gücü örgütleyip, halkı buraya yönlendirerek, bütün rejim güçlerini kontrol altında tutmak. (Özellikle İslam ülkelerindeki sol hareketler, emperyalizm için çok kullanışlı aparat olup, çıkmışlardır.)

ABD-Batı’nın, yıllardır süren Irak ve Afganistan işgallerine karşı direnen Sünnilerin karşısında güç kaybederek zaafa uğramasıyla, Müslümanların 1.5 asırdır sürekli büyüyen ve  hürriyet ve bağımsızlık ateşi gittikçe alevlendi. Bu emeli söndüremeyen Batı, bu sefer bu arzuya yön vermeye çalıştı. Kısaca, 2 milyarlık İslam âlemindeki, Laik-Seküler, millet-İslam düşmanı yapılar çatırdamaya başlayınca, bu milletlerin yöneleceği tek adres olan İslamî tabanlı muhalefetin yerlileşmesini ve millileşmesini önleyerek, denetim altına alınması ve manipüle edilmesi projesine geçildi. Böylece, yeni işbirlikçi ama İslamî görünen kadrolarla Batıcı düzenin devam ettirilmesi projesi. Veya, samimi ama Siyasî şuur ve basiret, dünya görüşünden yoksun kadroları iktidarda bile olsalar, çöküşe zorlamak. Birinci proje, yani içerden devşirilmiş İslamcı kadrolar projesi, şu şekilde işledi:
Bu projenin küresel markası  “Ilımlı İslam-Fetö ve benzerleri” projesiydi. Bize, yani Türkiye’ye ise, bunun yanında  eş zamanlı olarak  ikinci bir proje daha uygulandı “Neo Osmanlı!”

Fetö’nün nasıl bir proje olduğunu hepimiz, acı bir şekilde yaşayıp, görmekteyiz(ki, bu konuda Bölge Postası olmak üzere 25 senedir zaten yazıp, durmaktayız.) Biz burada “Neo Osmanlı” projesi üzerinde yoğunlaşacağız.

Neden Türkiye? Neden Neo Osmanlı?
Çünkü Türkiye ve Türk milleti, 2500 yıldan beri, bir devlet kurma şuuruna sahip millet olması hasebiyle ve bunu da bin yıldır İslam âlemine öncü olacak şekilde, iki İmparatorluk (Selçuklu-Osmanlı) kurarak göstermesiyle, zaten Haçlı-Siyonist emperyalizmin imha listesindeki ilk hedefti. Anadolu’yu merkeze alarak, Asya, Avrupa ve Orta Doğu’da hakimiyet kuran bu millet, İslamla yoğrulmuş bir anâne, gelenek  ve örfle meydana getirdiği büyük medeniyet mirasıyla, hem siyasî olarak ve hem de hayat tarzı ve anlayışı olarak, sadece 2 milyarlık İslâm âleminin değil, bütün mazlum insanlığın umududur. Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle, “Bu millet, büyük oynayanlarla büyük oynayabileceğini ispat etmiştir.” (Bolu F Tipi Cezaevi notları)
İşte, Irak ve Afganistan’daki Sünni direniş sayesinde, siyasî ve askerî olarak çökmeye başlayan( Hasan Köni: Amerika’yı Batıran,  Irak ve Afganistan İşgalleridir! Röportaj: Fazıl Duygun, Baran Dergisi, 91. Sayı, 2 Ekim 2008)ABD genelinde Batı dünyası, elbette ki bu siyasi boşluğun, İslam dünyasının doğal ve tarihi lideri Türkiye tarafından doldurulacağını çok iyi biliyordu. Bir Anglo-Sakson siyaset stratejisi olarak“engelleyemiyorsan, yönlendir”  anlayışıyla, milletin şuur altında yaşayan ve son zamanlarda iyice kendini belli eden “Osmanlı gibi büyük Türkiye” duygu, arzu ve emelini yönlendirmenin de yolunu arayacaktı.
Bir taraftan 100 yıl önce başımıza musallat ettiği (İslâm-Osmanlı ve Sünni Türk) batıcı Jöntürk-İ.T- kadrolarının yanında, onların kucağında beslediği ve zamanı gelince kullanacağı Ilımlı islam-FETÖ gibi ahtapotun diğer bir kolu yanında, neo Osmanlıcı bir kadroyu da manipüle etmeyi, kanatları altına almayı başardı.

Batılı güçler, Türkiye’de, halkın büyük bir oy çokluğuyla seçip, işbaşına getirdiği, Rahmetli Adnan Menderes, Turgut Özal ve Necmeddin Erbakan hükümetlerinin, milli ve yerli siyaset izledikleri için, önce muhalefeti  şiddet ve terörle üzerine salarak çökertmek istemişler, bunu başaramayınca da, parti içerisinden devşirdikleri kadrolarla bunu gerçekleştirmişlerdir. Mesela DP, tezgâhlanmış Yassıada mahkemesinde görüldüğü gibi, içerden kösteklenmiştir. Anavatan Partisi ise, Özal’a karşı Mesut Yılmaz’ın desteklenmesiyle rayından çıkmıştır.

İşte AK Parti de, bu şekilde kuşatılmış bir partidir. Kuşatma FETÖ ve Modernist İslamcı klikler tarafından gerçekleştirilmiştir. FETÖ’nün 17/25 aralık darbe kalkışmasıyla, 15 Temmuz iç savaş ve işgal girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak, Modernist İslamcı dediğimiz klik hâlâ Ak Parti içerisinde etkindir. Bu klik te, tıpkı fetö gibi, Neoconlar başta olmak üzere dış güçlerle içli-dışlıdır.
Bu klik, halkın gözünde “Neo Osmanlı” siyaseti kurgulanarak etkin kılınmıştır. Tabii ki, samimi olarak ve milletimizin arzusuna uygun bir şekilde böyle bir stratejiye  inanmış bir çok insan var ama şu gözden kaçırılmamalıdır ki, Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu şartlar, yani 2011 yılı itibarıyla, böyle bir stratejinin kısmen dahi olsa uygulanmasına izin vermemekteydi.

Öyleyse?
Organik, tabii olmayan strateji ve siyaset, neticede çökmeye mahkumdur. Salih Mirzabeyoğlu’nun 25 sene önce söylediği gibi” Şartlar Türkiye’ye tarihî rolünü oynamaya zorluyor.” Tabii ki bu gözardı edilemez bir hakikat. Ancak aynı Mirzabeyoğlu sık sık şunu da vurguluyor: “Şartların objektif tahlili.”
Türk milletinin, tarihî rolünü oynayacağının farkında olan Batı ve küresel güçler, tıpkı Arap baharının, kışa çevrilmesinde olduğu gibi, bu rolü, bağımsızlaşarak, millileşerek ve yerlileşerek, bizatihi kendi insiyatifiyle oynamasının önüne geçmek için geliştirdikleri stratejiyi; içimizden devşirdikleri veya aldattıkları klikler üzerinden yürütmeye çalıştılar. Yani, şartların objektif tahlilini perdeleyerek, “yürü aslanım, arkandayız” propagandasına maruz bıraktılar.

Daha önce yazdığımız gibi; “Bir devletin dış siyaseti; öncelikle bir idealler, bu ideallere uygun hedefler ve hedeflerin konjüktürel şartlarda nasıl uygulanacağına dair, geleceğe dönük projelerden oluşur. Bütün bu unsurlar arasında bir korelasyon, bir uyum varsa dış politikada hedeflere o kadar çabuk ulaşılır. Ancak, özellikle konjüktürel şartların gözardı edilmesiyle hedeflerin tutturulamaması, o devletin dış siyasetinde bir krize ve kırılmalara yol açabilir. Dış politikadaki hedeflere ulaşılmasındaki en önemli faktörlerin bir tanesi de, içerde bir uyum, ahenk ve düzenin olmasıdır. Yani aslında, ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Başkanı Richard N. Haass ‘ın kitabının başlığındaki gibi “Dış Politika İçeride Başlar”
Türkiye, son 5 yılda kendi kabuğunu kırma, askerî ve sivil teknoloji alanında güçlenmek isterken, diğer yandan da, bölgede ve dünya üzerinde söz sahibi olmayı da arzu etmekteydi. Bu, 1000 yıllık bir imparatorluğun devamı olan ve Doğu Türkistan’dan, Fas’a geniş bir toprak parçası üzerinde etkisi olan bir milletin 90 yıldır içinde beslediği büyük bir arzuydu. AK Parti iktidarıyla beraber Türkiye, sadece AB-D’ye bağlı olan politikasında büyük bir değişikliğe gitmeye başlamış ve öncelikle, Orta Doğu ile ilgilenmeye başlamıştır. Orta Asya, Afrika, Çin ve Latin Amerika açılımları da peş peşe geldi. Orta Asya ile daha önceden var olan ilişkiler, gittikçe geliştirildi. Avrupa’da ise İmparatorluk bakiyesi Balkanlar’a apayrı bir önem atfedildi. AK Parti, “İBDA diyalektiğinin temel unsuru olan ‘İş içinde eğitim” politikasıyla, özellikle “monşerler” denilen 100 yıllık Batıcı kadrolaşmaya karşı, kendi yerli-milli kadrosunu oluşturma yoluna gitti. Bu süreç hâlen devam ediyor. Şu ân sıkıntı ve gelişmeler ise, henüz bu konuda istenilen hedefe varılamamış olmasından dolayıdır.
Peki neden hedefe varılamadı?
Kendini İsa-Mesih zanneden, Pensilvanyalı şarlatan Gülen’in çetesi, ajan yapılanma ve terör örgütü fetö tehlikesinin çok geç farkına varılması…
Buna bağlı olarak, liberal-ılımlı İslam projesinde, Batıcı-laik monşerlerin tasfiye edilerek, yerine, yine İngilizci yeni ılımlı İslamcı-ılımlı muhafazakâr ve Neo osmanlıcı kadronun yerleştirilmesi tuzağının görülememesi.

Ak Parti, evrimleşe evrimleşe Türkiye’de büyük dönüşümleri gerçekleştirirken, birileri de, akmakta olan bu nehrin yatağını değiştirip, dipsiz bir mağara kuyusuna akması için uğraştı.
Türkiye, daha kendi içerisinde, FETÖ denen bir belanın farkına bile varmamışken, TÜSİAD gibi küresel çetenin işbirlikçileri etkinken, orduyu  yani TSK komuta kademesini, çoğunlukla  NATOTürkçü ajan yapılar, FETÖ ile beraber elegeçirmişken  NATO üyesiyken,  milli silahlanmasına henüz daha yeni (2011 yılı itibarıyla) başlamışken, hangi akla hizmet, Orta Doğu’da kendi başına bir nizam kurmaya kalkacaktı? Buna karşı çıkacak olan Batı’ya , içinde bulunduğu şartlarda direnebilecek miydi?
Peki, bütün bunlar bilindiği hâlde, hâlâ dışarıda bir nizam kuracağız iddiasıyla hareket ediliyorsa, burada Batı’nın desteğine mi güveniliyor? Diye sormak hakkımız.
***  ***  **

Davutoğlu’yla Suriye’de Anglo-Sakson Tuzağına Nasıl Düştük?

Bu haber 11 Eylül 2016 - 12:38 'de eklendi 
Rahmetli Erbakan ta 1992’de: “Bir gün Suriye’yi işgal ederlerse, bilin ki hedef  Türkiye’dir.” Demişti. Son 5 yıldır, devlet ve millet olarak atlattığımız badirelere bakınca, aslında bu sözün ne kadar büyük bir basiretli bir söz olduğunu anlayabiliyoruz.

Tabii bu sözün sahibinin yetiştirdiği ve önce İstanbul’a sonra da Türkiye’ye bağışladığı talebesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cesaret ve ferasetinin kaynağını da görebiliyoruz.
2011-2016 arası dış politikada yaşadığımız belâlar  ve geçtiğimiz yıldan beri, PKK yüzünden içerde ve sınırlarımızda boğulmak istendiğimiz herkesin mâlumu .

Ne rahmetli Erbakan Hocanın rahle-i tedrisatından geçmiş ve ne de rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın “Anadolu coğrafyası stratejisini” özümsemiş mustafi Başbakan  Davutoğlu sayesinde 2015-2016 arasında, Suriye’de, ABD-NATO ve Rusya ile kapışma noktasına geldik. Öyle bir hâle geldik ki, bırakın Suriye’deki mazlumları kurtarmayı, neredeyse kendi vatanımız elden gidecekti!

Mustafi Başbakan Davutoğlu  İngilizlere karşı o büyük ferasetiyle(!)  “bu bölgede gerekirse Kürt devletini biz kuracağız” diye diye; bölgedeki Müslüman Kürtleri sahiplenmeye değil de, PKK’nın bölgeye girmesine salık verip, PYD’nin  palazlanmasına ve ardından da, Suriye-ABD-İran ve Rusya tarafından yönlendirilip, bizi kuşatmaya almasına sebeb oldu.

Davutoğlu'nun, aralarında büyük bir çatışma olduğu hâlde, Türkiye'yi parçalama konusunda beraber hareket edebilen Küreselcilerle Pentagon'un ortaklaşa bir projesi olan "PKK devletçiği kurmak" siyasetine gönüllü olmasını şu açıklamalardan da anlayabiliyoruz. İçişleri bakanı Süleyman Soylu 24 Mayıs 2021 tarihinde, Habertürk kanalındaki bir canlı yayında aynen şunları söylemiştir.: 7 Haziran 2015 öncesi, bir MKYK toplantısında, Davutoğlu: Biz HDP ile anayasa yapabiliriz" dedi.
Ne Arab-Türkmen Suriyeli muhalif halka ve ne de Haznevi Müslüman Suriye Kürtlerinin derdine derman oldunuz Sayın Mustafi Başbakan! Yahu sizin  desteğiniz sayenizde, Esat zalimin 5 yılda yapamadığını, PKK/PYD 3 ayda gerçekleştirdi ve tam 1 milyon Sünni Kürdü ve 2 yıl içinde de 1 milyon Arab ve Türmeni Türkiye ve Barzani topraklarına sürdü.

2011 yılında, Suriye’de yaz ortasında, daha olayların yeni başladığı ve bir-iki küçük şehirde yaşandığı olaylar, nasıl oldu da, bugün 600 bin kişinin katledilmesine ve milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesine ve vahim bir faciaya dönüştü?


Türkiye’yi bu tuzağa çekmek için kullanılan enstrüman neydi?

Hatırlanacağı gibi, 2011 yılı yazında, Türkiye-Suriye ilişkileri kopmaya başladığında ve Suriye’de silahlı çatışmalara geçildiğinde, “Esat yönetiminin çok çabuk çökeceği, Şam’ın kısa sürede düşeceği ve Türkiye’nin desteğiyle mücadele eden ÖSO’nun iktidarı elegeçireceği” sözleri havada uçuyordu. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun medya-bakanlık ve MİT’teki ekibinin bizlere sürekli söylediği sözler bunlardı.

İşin esasında, “Suriye’nin hangi köyünde, hangi saat neler oluyor, benim önüme geliyor” diyen Davutoğlu’nun aslında, Suriye hakkındaki malumatının, gerek saha bilgisi ve gerekse siyasî tecrübesi  olarak hiç te söylendiği gibi olmadığı, küresel ve bölgesel güç dengelerini zerre kadar bilmediği ortaya çıktı. Rusya-İran, Çin ve hatta Hizbullah’ın bile Suriye’ye şu veya bu sebeble müdahil olacağını, hele hele Libya’yı Haçlı-Siyonist emperyalizme (Putin resmen böyle söylemişti) kaybettikten sonra, Çin ve Rusya’nın Suriye’yi asla kaybetmek istemeyeceğinin hiç hesap edilmediği ta o zamanlar görüldü.

Davutoğlu ve ekibinin kafasındaki düşünce şöyleydi: “ABD-Batı arkamızda, Libya’da olduğu gibi, Suriye’de Esad’ı çökertir ve hemen Müslüman Kardeşleri başa geçiririz”

Oysa Davutoğlu ve ekibi, İhvan-ı Müslimin’in ne Mısır ve ne de Suriye’deki gerçek gücü hakkında bilgi sahibi değildi. Sadece, oralardan yıllar önce kopmuş Türkiye’deki Suriye diasporasının söylemlerine güvenerek strateji geliştiriyorlardı. Davutoğlu ve ekibinin Mısır faciasını okumak isteyenler, bölge postasındaki şu yazımıza bakabilirler. (Sayın Mustafi Başbakan- http://bolgepostasi.com/sayin-mustafi-basbakan.html)

Davutoğlu’nun, küreselci Hillary-Obama projesinin aktif militanlığına soyunması ve u süreçte yaşanan hadiselerin ir kısmı yavaş yavaş açığa çıkıyor. Mesela, 29 Ekim 2017 tarihli Yeni Çağ gazetesinde, yazan eski Başbakanlık eski özel kalemi Ahmet Takan çok çarpıcı şeyler söyledi.
Takan, Davutoğlu’nun, henüz daha Suriye iç savaşı başlamadan önce, 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’daki Başkanlık Sarayı’nda, Beşar Esad’la gerçekleştirdiği ve yaklaşık 6 saat süren toplantıda, yumruğunu masaya vurarak “İstifa et!” dediğini yazdı.
Takan, yaşanan bu vahim hadiseyi şöyle anlattı:
Peki, o görüşmeden bugüne kadar dışarıya sızmayan gizli kalan pazarlıklarda Esad ile Davutoğlu arasında nasıl bir diyalog geçmişti?.. Heyette olan ve olup bitenlere şahitlik etmiş bir dostum anlattı:
"Esad, 'bana 4 ay müsaade edin içerdeki karışıklıkları bitireyim ondan sonra istediğiniz  demokratik reformları yapayım' dedi. Ahmet Davutoğlu sinirlerine hakim olamadı, masaya yumruğunu vurarak, istifa edeceksiniz' diye bağırdı. Oda bir anda buz gibi oldu. Esad, 'istifa etmiyorum' diyerek toplantıyı bitirdi. Bizi odadan dışarı çıkardı."
Aslında manzara bundan vahimdi. O dönem medyada çıkan ve benim de Şam’daki görüşmelerimde söylenen söz işin vahametini ortaya koyuyordu. Suriye tarafı, Davutoğlu’nun tavrını ve dikte ettirmeye çalıştığı şeyler için “sanki karşımızda Türk Dışişleri Bakanı değil de, ABD’nin Şam Büyükelçisi konuşuyordu” demiştir.
Suriye’deki Sünni devlet yetkililer aynen şunları söylemişlerdi: Kardeşim siz ile bir başörtüsü meselesi 10 yılda zor hallettiniz. Bizden onca ağır meseleleri 6 ayda halletmemizi beklemeyin! Yeni bir anayasa hazırlıyorduk, tıpkı AK parti iktidarının Türkiye’de yaşadığı ve yaşattığı dönüşüm gibi, bir geçiş süreciyle Suriye’de dönüşümü gerçekleştirmek istiyorduk, ama emperyalizm buna izin vermedi ve ülkeyi bir iç savaşa soktu.”
ABD, Suriye iç savaşını neden ve nasıl kışkırttı? Davutoğlu’nu görmek istemediği neydi? ABD’ni Sünnileri nasıl ateşe attığını ve Suriye’yi kaça bölmek istediğini,7 yıl sonra gelen bir itiraftan, yine oradaki ÖSO komutanlarında dinleyelim: (Yeni Şafak, 4 Kasım 2017)

Bu konuda ilginç bir açıklama da dönemin Genelkurmay Başkanlığı eski İstihbarat Başkanı Korgeneral İsmail Hakkı Pekin'den geldi. Pekin, 28 Ocak 2019 tarihinde Ulusal Kanal'da katıldığı bir programda aynen şunları söyledi: 

"- “2011’in Mayıs ayında Suriyeli güvenlik heyetiyle Adana Mutabakatı çerçevesinde yapılması gerekenler için Marmara Köşkü’nde beraber yemek yedik. Suriyeliler gidince Hakan Fidan bana ‘Amerikalılarla anlaştık, beraber hareket edeceğiz’ dedi. Kuşkusuz Hakan Bey siyasi iradenin kararını açıklamıştı. İşte o günden sonra Suriye ile kurulan güzel ilişkiler çöpe atıldı ve Türkiye ABD’nın ardına takıldı."
Yani, Ak Parti ve bürokrasiyi kuşatmış olan, Davutoğlu, Gül -Babacan, FETÖ ve liberaller yapılanmaları (ki, bugün yine hepsi ittifak içerisinde) devletin politikasını ABD-BAtı'nın yönlendirmesi ve gaz vermesiyle çoktan belirlemiş. İlk işaret fişeği Libya ve sonrasında Mısır'da atılan bu politika, bugün Suriye'deki facianın da nedeni oldu.

ABD 2 ülkeyi 7’ye bölecek

ABD, 2018 yılı ikinci yarısında Irak ve Suriye’de 7 ayrı butik devlet ilan etmeye hazırlanıyor. Suriyeli bir muhalif komutana göre Türkiye; Afrin, Tel Abyad ve Münbiç konusunda elini çabuk tutmazsa ABD bölgeyi geri dönülmez bir uçuruma sürükleyecek.

Yılmaz Bilgen  04 Kasım 2017, 04:00  Son Güncelleme: 04 Kasım 2017, 08:25 
991 yılında Irak, 2013’te ise Suriye’ye müdahale eden ABD, Peşmerge ve PKK’ya meşruiyet kazandırmak için her iki ülkede butik devletler ilan etmeye hazırlanıyor. Suriye ordusunda uzun süre üst düzey görevde bulunan ve 2013 yılında muhalif saflara geçen bir komutan, Yeni Şafak’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. ABD Dışişleri ve Pentagon yetkililerinin Hatay-Reyhanlı’da kendileriyle görüşme gerçekleştirdiğini söyleyen muhalif komutan, “Bana Suriye ve Irak’ta 2018 yılının ikinci yarısında toplam 7 butik devlet ilan edeceklerini söylediler” dedi. ABD’lilerin ayrıca, “Sünniler daha aktif olmalı; aksi halde daha fazla mağduriyet yaşayacaklar” dediğini aktaran muhalif isim, kendilerine ABD tarafından siyasi ve askeri işbirliği teklif edildiğini anlattı. Suriyeli komutan, Türkiye’nin başta Afrin olmak üzere Tel Abyad ve Münbiç konusunda elini çabuk tutması gerektiğini, aksi halde ABD’nin bölgeyi geri dönülmez bir uçuruma sürükleyeceğini kaydetti.
FARKLI İSİMLER DEVREDE
Yeni Şafak’a bilgi veren ÖSO yetkilisi, “Bizimle görüşen Amerikalılar, ‘bize dost olduklarını ve şartlara uymamız halinde 2012 vizyonuna yeniden dönerek muhaliflerin daha güçlü destekleneceğini’ vadediyorlar” dedi. Golan-Suveyda hattında federal statü verilecek alanın yalnızca İsrail’in güvenliği için Dürziler bahane edilerek şekillendiğine dikkat çeken ÖSO komutanı, “ABD’nin buradaki hedefi, Lübnan-Suriye sınırında İsrail’e daha fazla alan kazandırmak ve Hizbullah’ın geçiş koridorunu engellemek” diye konuştu. Muhalif isim ayrıca, “Suriye’de aktif petrol alanlarının yüzde 65’lik kısmı PKK’ya verildi. ABD’nin Sünniler için ayırdığı alan ise nüfus unsuru yok sayılarak dar bir alanda sıkışmış bir bölge olarak çizilmiş” diye konuştu.
ABD KREDİSİNİ TÜKETTİ
Muhalif komutan, görüşmeye kendisiyle birlikte katılan ÖSO temsilcilerinin ise ABD’lilere şu cevabı verdiğini söyledi: “7 yıllık savaş süresince sürekli oyalanan taraf olduk. Ülkenin yüzde 54’lük kısmını kontrol ediyorken sizin tutumunuz nedeniyle bugün ülkenin yüzde 17’lik kısmında ancak kontrol sağlıyoruz. Dolayısıyla ABD, muhalifler nezdinde kredisini çoktan tüketti...” Terör örgütünün Irak ve Suriye’de hamiliğini üstlenen ABD’nin sınır boyunda farklı provokasyonlara başvuracağını söyleyen Suriyeli komutan, sivil halkın bile Türkiye’ye karşı kışkırtılmaya çalışıldığını vurguladı.
Böyle parsellediler
Suriye’de Akdeniz’den başlayarak Lazkiye-Tartus-Şam hattını Nusayri federal bölgeye dahil eden ABD, Suveyda-Golan-Kuneytra’yı ise Dürziler için ayırdı. ABD’nin bölücü haritasında Halep, İdlib, Hama kırsalı da Sünnilere verildi. Washington merkezli korsan haritada Haseke, Deyrizor’un kuzeyi, Rakka, Münbiç ve Kamışlı hattı da PKK’ya verildi. Irak’ta ise Tikrit-Selahaddin-Anbar ve Felluce Sünnilere, Erbil-Duhok-Halepçe-Süleymaniye bölgeleri Peşmerge’ye, Bağdat-Nasıriyye-Kadisiyye-Necef koridoru ise Şiiler’e bırakılıyor.
Kışkırtıyorlar
Kamışlı, Amude, Münbiç, Tel Rıfat’ın köyleri ile Afrin ve Ayn el-Arab’da sivillere Türkiye karşıtı propaganda yapan terör örgütü PKK/PYD, Fırat Kalkanı bölgesinde de ortamın istikrarsızlaşması için elinden geleni yapıyor. Halkı kışkırtmak için sık sık örgüte destek yürüyüşleri gerçekleştiren teröristler, bu eylemlerini ÖSO kontrolündeki Azez’in köylerinde bile yapıyor. PKK’ya destek yürüyüşlerinden sonuncusu Azez’e bağlı Ahraz köyünde gerçekleşti. ABD yönlendirmesiyle Suriye’de PKK’ya destek amaçlı yapılan son eylemde bazı provokatörler taşkınlık yaptı. PKK'lılar Fırat Kalkanı bölgesinin birçok köyünde benzer tahrikleri sürdürüyor.
http://www.yenisafak.com/dunya/abd-2-ulkeyi-7ye-bolecek-2807448

Suriye’de Esat sonrası düzen kurmaya istekli olan sadece Türkiye değil, Suudi Arabistan destekli ülkelerdi. Ve Türkiye, sonradan kendisine rakip çıkacak bu ülkeleri bile göremedi.

Ama en büyük siyasi strateji faciası, bugün güç belâ defetmeye çalıştığımız Suriye’deki PKK/PYD devletçiğinin hayata geçirilmesinde oldu.

Evet, yanlış okumadınız! Sınırımızın hemen güneyinde, taa Akdeniz’e kadar kurulmak istenen (Kürd değil) Batıcı, laik Stalinist PKK/PYD kantonlarının kurulmasına, beslenmesine ve büyümesine bizzat yardım eden, yola açan maalesef çok bilmiş Davutoğlu destekli dışişleri politikası oldu. Müfid Yüksel’in ifadesiyle, “Şu inançta olan bazı çevreler var: ‘Ortadoğu’da kaos oluşuyor, bu kaos üzerinden tekrar bir düzen kuracağız. Oyunu biz kuracağız. İngilizlerle yarım kalmış olan hesabımızı göreceğiz. Bunları söyleyen çevreler yanılgı ve yanılma içinde. Bir kaos ortamına doğru sürükleniyor Türkiye ve İslam alemi. Peki bu kaos ortamından sonra nasıl düzen kurulacak? Kurdururlar mı? Güç meselesi bu. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın hinterlandına, gücüne sahip değil. Şu anda kendi içerisinde, Anadolu’da 90 senedir hapsedilmiş, yeniyeni tekrar çevresine açılmaya çalışan bir ülke var .” durumundaydı Türkiye.

“Şimdi asıl büyük sıkıntıya gelelim: PYD koridorunun oluşması… PYD koridoru oluşmasaydı bugün Kuzey Irak’ta referanduma gidilemezdi. PYD’nin bölgede güçlenmesi resmen Türkiye’nin Suriye politikasını esir aldı. Esed’in zalim olduğunu hepimiz biliyoruz, ama stratejik olarak söylenecek olan şu ki Suriye’de silahlı ayaklanmanın başlatılması ölümcül bir hataydı… Zaman içerisinde meyvesi alınacak politikayı uygulayamadılar, hemen sonuç istediler ve bugünkü manzara meydana çıkmış oldu. PYD orada koridor oluştururken Türkler yalnızca seyirci kaldı. Kobani meselesi çok güzel değerlendirilebilirdi, o da kaçtı. Orada bir hamle yapmış olsaydı Haleb’e kadar inerdi Türkiye, Kürtleri de arkasına almış olurdu; PYD koridoru da olmazdı. Batılı güçlere göre Türkiye bölgede orta güçte bir devlet, dolayısıyla elinde kullanabileceği pek fazla kart yok.
(…)
2011 senesinden beridir diyorum ki, Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye’deki “kimliksiz Kürtlere” bir kimlik kazandırsın. Daha o zamanlar Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Beşşar Esed’e “Çek git!” tarzında diplomatik olmayan dille hitap ederken de ben dedim ki “Madem ortada diplomasi kalmadı, bu tarz muamele var, o zaman o bölgedeki Kürtler üzerinde de hak iddia edilebilir.” Bugün nasıl Türkmenler üzerinden konuşuluyor ya, aynen öyle. Bu hem Türkiye içinde hem de dışındaki Kürtler üzerinde müthiş bir sempati uyandırırdı. Televizyon kanallarında resmen bunları yalvararak söyledim. Bana o zaman yetkililerin verdiği cevap şuydu: “Arap muhalefetindeki gruplar, Arap milliyetçiliği saikiyle böyle bir desteğe sıcak bakmazlar”. O dönemlerde Arap muhalefeti liderlerine sordum bunu; neden Kürtlerle Türkiye’nin ilgilenmesine karşısınız diye… Bana verilen cevap şuydu: “Türkiye böyle bir teşebbüste bulundu da, biz mi karşı çıktık?” PYD de bu politikasızlık sebebiyle koridoru kurdu, tam bir aymazlık. DAİŞ Musul’da bir devlet ilan ederken neden sessiz kalındı? DAİŞ, Tel Abyad gibi noktaları tek kurşun atmadan PYD’ye bıraktığında neden ses çıkarılmadı? Oradaki Kürtlerin gönlü PYD’de değil. 1 milyona yakın Kürt Türkiye’ye göçtü, yine 400 bine yakını da IKYB’ye… Demek ki PYD orada, o kantonları kurduğunda Kürtleri temsil etmiyor. Biz hamasetle iş yürütmeye çalışıyoruz, ama sahada işler böyle yürümüyor. Son dönemlerde bazı kesimler “Biz Osmanlıyız, geri döndük” gibi söylemlerle de Batıyı korkuttular, böyle kopyalar verilmemesi lazımdı; çünkü gücümüz belli, biz orta güçte bir ülkeyiz, toplumsal fay hatlarımız var ve bu devletle uyuşmuyor. (Müfid Yüksel, Baran dergisi, 564. Sayı, 2 Kasım 2017)”

Türkiye henüz, Gezi ve 17-25 Aralık darbe girişimlerine, 6-7 Ekim iç savaş çıkarma provokasyonu ve katliamlarına, 15 Temmuz işgal girişimine maruz kalacak belâları safrasında taşırken, FETÖ'cü-NATOTürkçü subaylardan mürekkep bir orduyla Suriye’ye nizam getirecek???(!) Düşüncesine sahip bir kadro tarafından Orta Doğu’da siyaset yürütüyordu.  Daha, Türkiye’nin içindeki pislikleri tanıyamayan, Başbakan olduktan sonra bile, bu” Fetöye aman sen de muamelesi çeken”, evladım dediği adamı, FETÖ’nün Dışişleri imamı çıkan bir Başbakan ve kadrosuyla Türkiye Suriye’ye nizam getirecekti?

Davutoğlu ve ekibinin düşüncesi Şöyleydi: “ İngilizlerin çizdiği Skyes-Picot haritası değişecek. Gelecekte ABD-Batı bölgede bir Kürt devleti kuracak. Bari biz öncü olalım, Suriye’de bir kaos oluşturup, Kürt devletini biz kuralım, sonra da ABD-Batı desteğini hazır arkamıza almışken, Suriye’de yeni devleti İhvan’la beraber kurarız.”

Bunu için Oslo görüşmeleri sürerken, PKK’nın Suriye’ye geçmesine göz yumuldu. Bunun için, tabanı yüzde 10’nu bile bulmayan Salih Müslim liderliğinde YPG-PYD bir anda Rojava ve Kamışlı başta olmak üzere kantonlar oluşturdu. Bunun için, PKK/PYD’nin 700 bini Türkiye olmak üzere, 300 bini Barzani bölgesine toplam 1,5 milyon müslüman Kürdü sürmesine göz yumuldu.

Bunun için, Baas rejiminin ezdiği ve Hama’dan sonra ilk gösteriyi Türk bayraklarıyla düzenleyen 700 bin Kürde bir kimlik vermek, onlarla bir diyalog kurmak  gibi bir strateji geliştirilmedi. Bütün her şey PKK uzantısı PYD üzerinden yürütüldü. Bunun için Müslüman ve çoğunluğu Nakşi-Haznevî Kürdün, Sünni Arab ve Türkmenlerle ortak bir çatı altına toplanması istenmedi.
Bu konuda Ülke TV Genel yayın Yönetmeni Hasan Öztürk, o dönem, müstafi Başbakan Davutoğlu ve kadrosunun, PYD-PKK devletçiği konusunda neler  düşündüğünü şöyle izah etmiş:

 Bugünden sonra Amerika ile eskisi gibi olmayacak


Amerika'nın makro planları için içimize saldığı aparatlar PKK'nın Suriye kolu ile ilgili Türkiye içinde algı yönetirken şunları söylüyorlardı:

“Ne yani güney sınırımızda DAEŞ terör örgütü mü komşu olsun? Eli kanlı radikal dinci, kafa kesen, korkunç DAEŞ terör örgütünün komşumuz olmasını mı yoksa, (PYD/PKK'yı kast ederek) Kürtlerin komşuluğunu mu istersiniz? DAEŞ dışarıdan bölgeye gelen dinci, radikal kanlı bir terör örgütüdür. Kürtlerse bu bölgenin insanlarıdır.”

Bu cümlenin üzerine bir de “Türkiye PYD ile mutlaka iyi ilişkiler kurmalı” tezini işliyorlardı… Aparatlar medyada, sivil toplumda, akademide öbekleşmişti… Dahası devletin bir kanadı da etki altındaydı.

“Kürt devleti kurulacak. Bundan kaçış yok. O halde bizim elimizle kurulsun” diye “safiyane” bir öneriyle ortalıkta dolaşan danışman milletvekillerini de gördük; yakın geçmişte! (16 Mayıs 2017)

Neticede 2012, 2013’t ve 2014 yıllarında ara ara Türkiye’ye gelen Salih Müslim’in her gelişinden sonra, Türkiye’nin gittikçe kuşatmaya alındığı çok  sonraları farkedildi.
Salih Müslim, 2012’de Suriye’de (Rojova) başar geçer geçmez, Esat yönetiminin güdümüne girerek,  kantonları ilan etti ve  1.5 milyon Müslüman Kürdü sürdü. 2013’te ABD-İran güdümüne girdi. 5 Ekim 2014 Kobani için geldi, MİT ve  S. Demirtaş’la görüştü, gitti.  Türkiye’de 6-7 Ekim katliamları gerçekleşti.

Hoca ve ekibinin, Türkiye’yi Suriye’ de içine sürüklediği açmaz, Çözüm Sürecini önlemek isteyen Haçlı-Siyonist emperyalizmine ve Esat rejimine ; PKK/PYD kendi taraflarına  çevirmesi için tarihi bir fırsat verdi. İş, öyle bir noktaya geldi ki, 2010 yılına kadar yakaladığı PKK’lı teröristleri Türkiye’ye teslim eden Suriye, PKK’ya alan açtı ve arkandayım demeye başladı. Hakezâ, İran; AB ve ABD de.

Peki Hoca takımı ne yaptı? Irak’ta geçmişteki Batıcı Kemalistlerin söylemine duyduğu öfkeyle ABD’ye yanaşan Barzani, Osmanlı bağı sebebiyle ve Türkiye’nin tekrar millileşmesiyle birlikte bölgede, küresel çeteyi kızdıracak şekilde, enerji alanında Türkiye ile işbirliğine  gitmeye başlamışken, Hoca takımı “Barzani “bağımsızlıkçı”, Oysa PKK “bağımsız devlet istemiyor, en iyisi onları destekleyelim” diyerek, PKK’ya destek çıktı.
Bakınız Müfid Yüksel bu konuda neler söylemiş: “Bazıları da diyor ki tuzağa düşürüldük. Düşmeseydiniz! Hem Kürtleri kazanmadınız hem de PYD Türkiye’ye silah olarak döndü. Halbuki o kimlik meselesine sahip çıkılmakla birlikte ciddi bir kazanım olabilirdi. Çünkü ilk Güney’de Dera’da olaylar başladığında ardından Kamışlı’da Kürtler sokağa çıkmıştı. Sokağa çıkan bu Kürtler ellerinde Türkiye bayraklarıyla çıkmışlardı. Türkiye’den bir şeyler umdukları için. Böyle bir durumda kimlik olayını resmi ağızlar üzerinden dillendirmek bile belki de yeterli olabilirdi. Orada tabanı olamayan PYD bölgede, Kürtler arasında hiç bu şansı bulamayacaktı. Kobani’ye kadar PYD’ye bir şey denilmedi. Sonrasında silah olarak döndüğü için ses çıkarıldı. Bunları dillendirmem gerekiyor çünkü ben uzun bir zaman bu kimlik meselesinde adeta yalvardım. 1980’lerden beri ciddi bir şekilde Suriye’deki Kürtler üzerinde çalıştıklarını biliyordum. Buna rağmen yüzde onu pek geçemediler. Kamışlı’da KDP (Kürdistan Demokrat Partisi-Barzani) daha güçlü idi. Şimdi orada KDP bırakılmadı. İnsanlar oradan göç etmek durumunda kaldı ve Barzani etkisini oradan sildiler. Bazıları dediler ki Barzani bağımsızlıkçı. PKK ise bağımsız ulus devlet istemiyor. PKK daha uyumlu olur dediler. Oysaki, PKK her ne kadar söylem olarak ulus devleti dillendirmese de PKK Marxist şiddet anlayışı ve Stalinist yapısıyla çok daha çatışmacı. Barzani, söylem bazında bağımsızlıktan söz edebilir. Ancak,  gerçekçi olarak hareket eder. Masaya oturur. Gerçekleri gördüğü zaman bununla çatışmamaya özen gösterir. Dolayısıyla uygulamada/sahada barışa çok daha yakındır.” ( 10 Mart 2016-http://www.muslimport.com/mufid-yuksel-suriyede-stratejik-hata-yapildi-3493h.htm)

Bütün 5 sene boyunca, Bölgeyi ve siyasi gelişmeleri çok iyi gözleyen Sosyolog-tarihçi Müfid Yüksel, gazeteci Salih Tuna ve daha bir çok insan Davutoğlu ve ekibini, gerek yüzyüze gerekse medyadan sık sık uyardı. Ama netice ne oldu? Zaman,  Çok bilmiş, kibir kumkuması Davutoğlu Hoca ve ekibini değil de, Müfid Yüksel gibi, Salih Tuna gibi, benim gibi fesaret ve sağduyu sahibi insanları haklı çıkardı maalesef. Acı ama gerçek bu!
Bu yazının birinci bölümü için aşağıdaki linki tıklayınız. http://bolgepostasi.com/milli-dis-politika-ve-davutoglu.html

*** ***

Küresel sistem: “Türkiye’yi Suriye’ye Bir Türlü Sokamadık!!”

Bu haber 16 Eylül 2016 - 11:49 'de eklendi 
Suriye’de Anglo-Sakson Tuzağına Nasıl Düştük? 3.bölüm
İbrahim Karagül’ün  ifşâsı, Suriye’de, tuzağa nasıl düşürüldüğümüz apaçık bir ikrarı sanki.

Ne demişti Karagül: “Türkiye, siyaseten doğru yerde durmuş olabilir. Suriye’nin demokratikleşmesi ve özgürleşmesi bakımından ahlaki bir pozisyon almış olabilir. Bu pozisyonun doğruluğuna inanıyorum. Ancak, o pozisyon, olayların gidişatına nasıl yansıtıldı, bölgeye yönelik politikalar ne kadar “milli” oldu, ABD’nin politikaları “milli” politika olarak mı Ankara’ya dayatıldı, bölgede görev yapanlar daha çok kimlerle iş tuttu ve kimlerin politik hesaplarını önceledi, sorgulanmalı.”

Bu tuzağa nasıl düştük?
Davutoğlu ve ekibi milleti, ümmeti, Türkiye’yi memleket ve dünya gerçeklerinden kopuk, hayal üstü bir hayalcilikle, uçuruma doğru sürüklerken, Reis Erdoğan Türkiye’yi ve İslam âlemini uçurumun kenarından nasıl çevirdi?

Dilerseniz, önce Suriye’yi bataklığının nasıl oluştuğunu anlatalım: Yazımızın 1. Bölümünde de bahsettiğimiz gibi, (Milli Dış Politika ve Davutoğlu– http://bolgepostasi.com/milli-dis-politika-ve-davutoglu.html) Davutoğlu ve ekibi, Batılı bir anlayışla, Batı’ya muhaliflik gösteren bir zihniyettedir. Bu, onun veya ekibinin  samimi olup olmaması değil, kafa yapısı olarak neye hizmet ettiğinin sorgulanmasıdır.

Bölgede, İngilizlerin 100 yıllık plânını bozacak bir anlayışın; daha Suriye’de hiç bir olay yokken, “Türkiye sınırında “milyonluk kamplar kurmak gerekir” diyen İngiliz B. Elçisinin” bu kadar aşikârane niyetini göremeyen veya görmek ve anlamak istemeyen, boş bir hayalcilikle davranış göstermesidir esas mesele olan.

Türkiye’nin dış politikasına yön veren Gül ve Davutoğlu ekibi, Suriye ve Mısır’ı, İhvan-ı Müslimin başta olmak üzere, Orta Doğu’daki İslâmî tabanlı veya diğer toplumsal örgütleri ne derece tanıyor ve biliyordu, bunu yaşadığımız son 5 senedeki tutarsızlık, çaresizlik ve basiretsizliklerde gördük maalesef. Netice olarak, bölgede, üzerine  siyaset inşâ ettiğimiz İhvan-ı Müslimin hareketini, kendilerinin pek arzu etmemesine rağmen, uyguladığımız siyasetle  büyük bir riske sokarak, ana vatanlarında bile çökertmeyi başardık.

Bir önceki yazımızda, bölgeyi çok iyi bilen ve 5 yıl önceden beri  söylediği uyarılar maalesef bir bir gerçekleşen tarihçi-sosyolog Müfid Yüksel’in yazılarında ve röportajlarında  söylediği, “Türkiye’nin Suriye siyasetinin, ülkeyi terkedeli yıllar olmuş ve ülkemizde yaşayan Suriyeli göçmenlerin anlattıkları üzerine kurulu olduğunu” yazmıştık.
Mısır’da, Selefilerin ne kadar güçlü olduklarını ve iplerinin kimin elinde olduğunu bile hesap edemeyip, Mursi’nin boğazına idam ipinin geçirilmesine sebeb olan Davutoğlu politikasıdır. Oysa herkes bilir ki, Mısır selefileri Suud’a bağlıdır ve İhvan’a düşmanlık bile besler. Nitekim zalim ve katliamcı Sisi, Suud destekli bir selefidir. İşte Mısır’ı bilmeyen Davutoğlu ve ekibi, Suriye’yi hiç tanıyamamıştır.

Anglo-Sakson Emperyalizminin Suriye Kolu: CIA Nusayrileri
Okuyucularımıza kısa bir Suriye tarihi ve siyasî yapısını anlatalım. Suriye’de, bilinenin dışında, Batı-ABD ile göbek bağı olan “gönüldaş Çakal Carlos’un ifadesiyle “CIA Nusayrileri” denilen etkin bir kadro mevcuttur. Bu klik, tıpkı 1982 Hama katliamında olduğu gibi, genellikle kaos dönemlerinde iktidarı ele geçirir ve bir kıyım makinası gibi çalışır.
Geçmişte 3 defa İsrail’le savaşmış bir Suriye ordusu da işin cabası.
Batı, böylece Suriye’den her zaman için emin olmuştur. İşte Davutoğlu üzerinden Türkiye’yi Suriye’ye sokmak isteyen Anglo-Sakson aklı, Suriye’de de boş durmamış ve CIA Nusayrilerinin etkin hale gelmesini sağlamıştır. Böylece, Türkiye gibi zaman içinde gittikçe millilleşecek, sünnilerin nüfus ağırlığına göre iktidarın çoğunluğunu ellerinde bulunduracak dönüşümün önü kesilmiştir. Türkiye, 2011-2012 yıllarında, ABD-NATO destekli bir Suriye hurucu propagandasına malzeme edilirken, Suriye tarafında ise, bir vatan savunması propagandası işletilmiştir. Yanı başındaki Filistin ve Iraklı savaştan kaçan milyonlarca mülteciye ev sahipliğinde bulunan Suriye halkı, işte bu propagandanın da etkisiyle, ilk başlarda en azından eylemlere katılmayıp, izlemekle yetinir.

Ancak küçük ve masum gösteriler bile Suriye devleti içerisinde yuvalanmış, derin ve paralel  CIA Nusayrilerine iktidar alanı açmıştır bir kere. Ve dünyanın gözü önünde zulüm, katliamlar, başlar. Önce yüzbinler, sonra da milyonlar yaşadıkları evleri, toprakları terketmeye zorlanır. Ne demişti İngiltere Ankara Büyükelçisi. “Türkiye topraklarında milyonluk kamplar kurmak lâzım!”
Evet bu kısa zamanda gerçekleşir ve 3 milyon insan Türkiye’ye sığınmak zorunda kalır, milyonluk kamplar kurulur.

Daha 2011-2012 yıllarında, çift taraflı işleyen Anglo-Sakson politikası, Suriye’yi Türkiye üzerinden karıştırıp, buraya askerî bir müdahaleye zorlayarak, Suriye üzerinden Türkiye’nin bölünüp, parçalanmasını sağlamak üzerine kuruludur. Ancak tam o esnada Rusya devreye girer ve Türkiye’ye cazip bir teklif sunar.

Rusya’dan Türkiye’ye: Gel Suriye’yi Beraber Yönetelim
Suriye’deki çatışmalar henüz daha yerel çaptayken, Halep gibi büyük şehirlere sıçramamışken, Rusya, Türkiye’ye çok çarpıcı bir teklif sunar: “Esad’ı ve Nusayrileri iktidardan kademeli olarak uzaklaştıralım. İktidara sünniler geçsin, Suriye’deki üslerime dokunmayın, Suriye’yi beraber yönetelim. NATO ve ABD’yi bu topraklara sokmayalım.”

5 yıl sonra Suriye’ye, Rusya’yla ittifak ederek girdiğimize göre, insan  5 yıl önceki bu teklifin kısa ve orta vadede hem Türkiye ve hem de Suriye için altın değerinde bir fırsat olduğunu şimdi anlıyor.

Tabii ki Davutoğlu, sırtını dayadığı ABD-Neoconlara güvenerek bu teklifi anında reddeder. Tıpkı bugünlerde de onların desteğine güvenip, Reis’e meydan okumaya çalıştığı gibi.
Aslında, Arınç-Davutoğlu- İngilizci Gül ve İngilizci Ali Babacan ekürisinin Cumhurbaşkanı ve Reis Erdoğan’a ve dolayısıyla Türkiye’ye ilk kazık sadece Suriye ve Mısır olayları değildirBundan bir yıl önce yaşanan bir Libya faciası vardır. Hani, dün şehid Kaddafi’yi zalim ilan edip, düzen ve huzur getirecekleri ama bugün kan revan içerisinde bölünme aşamasında olan “Libya” müdahalesi var ya işte o! Hani Babacan’ın pürtelaş bir heyecanla “direnişçilere 300 milyon doları uçaklarla götürdük” diye övündüğü…. Hani, dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la “çak işareti” yaptığı bir fotonun yayınlandığı demler.
 Libya’da Tuzağa Çekilen Türkiye
Türkiye, Putin’in “Orta Çağ’daki Haçlı Seferleri çağrısına benzediğini” söylediği (3 Mart 2011)NATO’nun 19 Mart 2011’deki İslâm toprağı Libya’ya saldırısına katılır, daha doğrusu katılmak zorunda kalır. Niçin katılmak zorunda kalır dedik? Çünkü, saldırılardan 21 gün önce o zaman Başbakan olan Erdoğan şunları söylemiştir:
 “Şimdi bize basın mensupları soruyor, çok enteresan! NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez. (28 Şubat 2011)”

Peki ne olmuştur da, Erdoğan 3 hafta sonra kendini bile bu kadar tekzip edecek şekilde, Putin’in “Haçlı Savaşlarına” benzettiği bu NATO işgaline katılmak zorunda kalmıştır?

Libya işgalinden 4 ay kadar önce, 19-20 Kasım 2010 tarihleri arasında, Portekiz’in başkenti Lizbon’da bir NATO Liderler Zirvesi Düzenlenir. Bu zirveye Türkiye’yi temsilen dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül katılır. O dönem meydana saçılan ve dünyayı sarsan ABD gizli belgelerinin yayını yani” Wikileaks” ten öğreniyoruz ki, NATO o zirvede “Libya’yı işgal kararı almıştır ve İngilizci Gül de bunu imzalamıştır. Ancak bundan Erdoğan’ın haberi yoktur ve bunun için NATO’nun ne işi var Libya’da? Diyebilmektedir. Ancak, saldırılar başlayınca, Erdoğan’a, Türkiye adına atılan bu imza hatırlatılır.
Çok acayiptir ki, Bizzat Gül’ün kendisi NATO işgalinden 5 gün önce şunları söyler: “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Hırvatistan Cumhurbaşkanı Ivo Josipovic ile basın toplantısı düzenledi. Gül, NATO’nun Libya’ya müdahalesinin söz konusu olamayacağını söyledi.”
Peki Türkiye onay vermediyse, muhalefet şerhi koyduysa NATO nasıl müdahale edebilir ki? Gül, Türkiye adına muhalefet şerhi koydu mu acaba? Wikileaks belgeleri hiç öyle demiyor. İnsan gerçekten hayret ediyor!!!!!
Libya’yı İşgal kararı tabii ki BM’de alınır anacak, operasyonu tamamen NATO gerçekleştirir ve operasyon merkezi İzmir’deki NATO üssü olur. Bu işgal operasyonuna Reis’in ve Gül’ün tavrı birbirine çok zıttır:

“Alınan BM kararının ardından Başbakanlık’tan yapılan açıklamada, “Libya’daki değişim taleplerinin karşılanması ve ateşkes sağlanması” gerektiği belirtildi.
Yapılan açıklamada, “Yabancı müdahaleye karşı olduğumuzu belirtmiştik” ifadesi kullanıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de yaptığı açıklamada, kararın “uluslararası meşruiyet çerçevesi içinde” olduğunu söyledi.”

Halep Savaşını Başlatın!
Suriye’deki çatışmaların ana karargâhı olan Halep savaşları Davutoğlu ve ekibinin zorlamasıyla başlar. Dün olduğu gibi, bugün de  Suriye’nin istikbalini belirleyecek olan Halep çatışmaları henüz başlamamışken, şehrin bir tarafında Türkiye destekli ÖSO, diğer tarafında Suriye ordusuna bağlı birlikler beklerken, arada herhangi bir çatışma çıkmasını istemeyen Haleplilerin iki tarafa da sükuneti tavsiye etmesiyle, çatışma yaşanmaz. Ancak, Davutoğlu ve ekibinin sıkıştırmasıyla beraber, ÖSO saldırıyı başlatmak zorunda kalır ve güzelim Halep, 5 yıldan bu yana ateşler içinde yıkılır gider. Muhaliflerin her ateş açması, CIA Nusayrilerine ve dolayısıyla Batılı emperyalist güçlere, Suriye üzerindeki projelerinin adım adım uygulama fırsatı verir. Sadece bu kadarla da kalmaz. Suriye’yi hinterlandı kabul eden başta Rusya, İran ve Hatta Çin bile zamanla devreye girer. İran, Hizbullah’ı da devreye sokar ve İslam toprağı Suriye, müslümanlara bir mezar olur, çıkar.
Hoca ve ekibinin “ 15 günde”, olmadı “ 3 ayda” olmadı “ 6 ayda” iktidardan düşeceği iddia edilen Esad ve ekibi, Hocayı bu tezgâha getiren Batı’nın da desteğiyle, günümüze kadar iktidarını devam ettirir. Suriye’deki savaşın başlangıcında yani 2012’ye kadar, Nusra ve diğer İslamî gruplar gibi savaşan gruplar henüz isim olarak ortaya çıkmamıştır. Çünkü, ne de olsa 15 günde Şam’a varılacağı(!) için, Batı’yı, İslâmî gruplarla ürkütmeden, desteğini devam etmesini sağlamaktır amaç. Ama, geniş perspektifli Anglo-Sakson siyaseti bunu çoktan hesaba katmıştır bile. Suriye’deki katı-İslam düşmanı laik yönetim gitse bile asla ve asla , ne ılımlı İhvan-ı Müslimin'e ne de diğer İslâmî iktidar odaklarına yer verilmeyecektir. Davutoğlu ve ekibinin hiçbir anlayamayacağı şey de budur zaten.

Batı’nın buradaki bütün hesabı, Türkiye’yi bir şekilde, Suriye’ye saldırtmak ve çıkacak savaş üzerinden hem Suriye’yi ve hem de Türkiye’yi işgal etmek, bölüp, parçalamaktır.
ABD-Neocon aşkıyla büyülenmiş Davutoğlu ve ekibinin önündeki en büyük engel, Türkiye’yi onca provokasyona rağmen bir türlü savaşa sokmayan Erdoğan’dır.  Bir NATO-FETÖ tezgâhı olan Reyhanlı saldırısı dahil, bütün bu provokasyonların hepsinin amacı, Erdoğan’ı kızdırıp, Türkiye’yi Suriye’de bir maceraya zorlamaktır.
İşler Batı’nın plânladığı gibi gitmeyince bu sefer, Türkiye’yi Rusya ile Suriye üzerinden kapıştırmak isterler. Bunda da ellerine yine güzel bir fırsat geçmiştir. Biri başbakan olan Davutoğlu ve diğeri, İran’daki ABD destekli ve Fetöyle beraber 17-25 Aralık tezgahını kuran yeni İran (Ruhani) yönetimidir.

İran-ABD ambargonun kaldırılması anlaşmasına bağlı olarak Batı hesabına, Rusya’yı Suriye’de tuzağa çeker. Amaç, Küresel çete ve Batı emperyalizmine direnen iki lideri, Erdoğan ve Putin’i çatıştırmaktır. Rusya, palas, pandıras Suriye’ye girmekle bu tuzağa düşer. Türkiye kanadında ise, hava kuvvetlerini elegeçirmiş olan FETÖ çetesi bir Rus uçağı düşürür ve Davutoğlu ise, heyecanla “düşürme emrini ben verdim” diye olaya balıklama atlar. Amaç  hasıl olmuştur. Rusya kızgın bir ayı gibi, Türkiye’ye saldırmanın yollarını arar. Bunun için, Suriye’de  temeli Davutoğlu tarafından atılan PKK/PYD kantonlarını ABD ile beraber destekler ve Türkiye güneyden tam bir kuşatmaya alınır.
Aslında unutulan ilk çatışma hadisesi,2012 yılı Mayıs ayında,  Başbakan Erdoğan Brezilya ziyaretindeyken,  Fetö’nün hâkim olduğu Malatya Erhaç Hava üssünden kalkan bir istihbarat uçağımız, Suriye hava sahasına girer, uyarıldığı halde geri dönmez ve vurularak, düşürülür. Bu uçağımızın, Suriye hava sahasında vurulduğu anlarda, düşene kadar 3 dakika telsiz bağlantısı bilinmeyen bir sebeble kesilir. Daha da kötüsü, pilotlarımız yine bilinmeyen bir sebeble fırlatma koltuğunu çalıştıramaz ve denize çakılan uçakta şehid olurlar.  Bu hadise 4 yıldır bir muamma olarak kalmıştır.

Görüldüğü gibi, Türkiye Neoconlar tarafından sürekli kışkırtılarak Suriye’de bir savaşa sokulmak istenmektedir. Bakın bu konu da bizzat ABD başkanı Obama olmak üzere, ABD’lilerin itirafları şöyledir: “
Obama: “Esad kalsın, Erdoğan gitsin!”
Obama: Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘Devasa ordusunu Suriye’ye istikrar getirmek için kullanmayı reddetti.  Gülerek “Ortadoğu’da tüm ihtiyacım olan, birkaç akıllı otokrat” (The Atlantic’te Jeffrey Goldberg’e verdiği mülakatlarda- Not Erdoğan’a niçin diktatör diyorlar anlaşıldı sanırım)
İsrail yanlısı lobiye yakınlığıyla bilinen FDD  düşünce kuruluşundan ve darbe ihtimalini aylar önce yazan John Hannah :”Eğer Türkiye Suriye’ye ordusuyla müdahale etseydi biz de PKK’nın Suriye koluyla çalışmak zorunda kalmazdık”

Dick Cheney’nin Ulusal güvenlik danışmanı aynı Hannay Foreign Policy’de şunları yazmıştı:
"Erdoğan'ın, Türk ordusunu, Suriye'de 'süregelen karışıklığı' neticelendirmek için kullanmak istememesine Obama çok bozuldu”

Allahtan Erdoğan, Davutoğlu’nu  felâkete 2 ay kala görevden alır ve hem Türkiye , hem Rusya ve hem de İslâm Âlemi büyük bir belâdan kurtulur.
Hoca takımının dediği gibi, Davutoğlu Başbakanlıktan alınmasaydı, 15 Temmuz olmazdı, çünkü Türkiye ABD gazıyla Suriye’ye dalar, Rusya ile kapışır ve batağa saplanarak, parçalanırdı. Nitekim Reis’in fedakâr gönüldaşı, İstanbul Milletvekili metin Külünk, Rusya’nın sesi Sputnik’e verdiği bir röportajda bunu açıkça ifade etmiş: “Türkiye, Rusya ile uçak krizinin öncesinde son derece pozitif ilişkiler sürecine döndü. Türkiye ile Rusya’nın çatışmasını isteyenler, Suriye üzerinden Türkiye ile Rusya’nın çatışmasını isteyenler aslında 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç olmadan bu iş olmadan bu işi halletmek istiyorlardı.”(http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/09/16/birinci-hedef-erdogan-ikinci-hedef-putindi)

Medyada Hoca’nın ekibine yakınlığıyla bilinen olan Karagül’ün “Kobani de, Süleyman Şah Türbesinin taşınması da bir ABD tezgahıymış. Hatta, son 5 yıllık Suriye politikamızı ABD belirlemiş” itirafı, Suriye’de  “kaostan nizam” kuracağız kafasıyla, nasıl bir oyuna getirildiğimizin” ikrarıdır.
Bana sordukları soru şu: Davutoğlu, Küçük Enver Paşa mı? Onlara hayır diyorum,  II. Mithat Paşadır Davutoğlu. Çünkü, İngilizlerin gazıyla, perişan hâldeki Osmanlı Devletimizi Rusya’yla savaştıran (1876-77, 2. Abdulhamid daha yeni Padişah olmuştur) ve neticede düşmanın İstanbul sınırına kadar gelmesine sebeb olan, en nihayetinde de, kurtulmak için İngilizlerin kucağına düştüğümüz ve Kıbrıs’ı kaybettiğimiz, (Batıcı sekülerlerin Büyük Mason devlet adamı!) Mithat Paşa’nın günümüzdeki versiyonu. Hani görevden alınınca, ABD ve Almanların “ABD-AB’nin Ankara’daki adamı tasfiye edildi” diye yazarak sahiplendikleri birisidir Davutoğlu.
Gelin, Fikir ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu’nun hadiselerin sıcağında gösterdiği feraset ve ikazla bitirelim yazımızı:
“BİR İKAZ: Yahudi Devleti’nin FİLİSTİN üzerindeki hukuk tanımazlığı ve Filistinliler üzerindeki zulmünü son bir senedir taşkın bir şekilde kınarken,TUNUS’tan MISIR’a ve SURİYE’ye AK DENİZ Ülkeleri’nde olanları topluca gözden uzak tutmamak ve “Merkez kim?” sorusu içinde İSRAİL’i gözden kaçırmamak lâzım. Uyutuluyor olmayalım. Hareket olan yerde bereket vardır-ama MÜSLÜMANLAR’ıno berekete lâyık olmaları lâzım ki,, iş bir zulümden şikâyet ederken, başka bir sağlam boyunduruğa girmek olmasın. (Tarih 2011 yılı son ayları,  Salih Mirzabeyoğlu, ÖLÜM Odası b-yedi, sayfa 487-488, İBDA yayınları)
***  ***   ***  *** 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kissinger: Dijital Dünya düzenine geçişte, İlk önce Müslümanlar kül olacak!

17-25 Aralık FETÖ Darbesini 16 ay önce yazan gazeteci

Sayın Mustafi Başbakan